Müzik sevgimizi elimizden geldiği ölçüde hayatlarımıza sığdırmaya çalışıyoruz. Sabah işe giderken kulaklıklarımızı takıyor, temizlik yaparken ya da yemek hazırlarken arka planda bir şeyler dinliyor, çalışma masamızda bizi bekleyen angaryayı aklımızdan uzaklaştırmak için müziğe güveniyoruz. Bunlar, bir olay, kutlama ya da arınma olarak müzik ile, tarihin büyük bölümünde canlı bir performansı izleme ya da katılma halimiz ile taban tabana zıt durumlar. Doğası itibarıyla sosyal bir mecranın münzevi özelleştirilişi.

Zenginler birçok şey gibi müziği de bir ölçüde farklı bir şekilde deneyimliyor. Örneğin, Elton John’un 1 milyon dolar karşılığında Rush Limbaugh’nun düğününde sahne aldığını anımsayın. Ya da Beyoncé’nin Muammer Kaddafi’nin oğlu için özel bir konser verdiğini. Ya da hüküm giymiş ilaç şirketi yatırımcısı Martin Shkreli’nin Wu-Tang Clan’in tek kopyaya sahip Once Upon A Time In Shaolin albümünü 2 milyon dolara satın almasını. Hatta unutmayalım ki utanç ve rezaletle sona eren Fyre Festival bile ortalama bilet fiyatının 1.200 doları bulduğu bir şaşaa ve ayrıcalık toplaşması olarak tasarlanmıştı.

Bu, kültür piyasanın eline bırakıldığında ortaya çıkan ve demokratik olmaktan son derece uzakta duran bir hâl. Ama aslında bundan da fazlası. Kapitalizmin ve meta biçiminin yükselişi öncesinde, çoğu sanat ancak zenginlerin çevrelerine erişim kazanarak tecrübe edilebilirdi. Kraliyet saraylarında ve devasa ibadet mekânlarında asılı olan bu eserlerden bir ayrıcalık, ihtiram ve dolayısıyla ilahi hak hissi yayılırdı. Fotoğrafın icadı her şeyi değiştirdi. Tıpkı matbaada olduğu gibi imgenin mekanik yeniden üretimi, imgenin izleyici her neredeyse oraya seyahat etmesini sağladı. Aynı şeyi dijital çağda müzik için de söyleyebiliriz. Artık herkes kaydedilmiş her müziğe dünyanın herhangi bir yerinden ulaşabiliyor. Ses ayağımıza geliyor, tek kısıt bir streaming platformuna üye olmaya ve internet bağlantısı satın almaya gücümüzün yetip yetmemesi.

Ancak bir sorun var. Bu sorunun kökü ise yeniden üretim teknolojisinin kendisinden ziyade bu teknolojiyi kimin kontrol ettiğinde yatıyor.

John Berger, Görme Biçimleri kitabında Walter Benjamin’in mekanik olarak yeniden üretilen sanatın demokratikleştirici potansiyeline dair savlarını temel alıyor ve bu savların içerisine kapitalizmin ilk günlerinden (ve fotoğrafçılığın icadının öncesinden) beri yükselişteki tüccar sınıfının yağlı boya tabloları sahip oldukları toprağın ve tüketim ürünlerinin bolluğunun cakasını satmak için bir vasıta olarak kullandığı şerhini düşüyor. Bugün, dijital olarak kopyalanan imgeler çağındaki doğal sonuç ise özel helikopterleri ve Dom Perignon şişeleri ile gösteriş yapan Zengin Çocukların Instagram’ı, Adam Stoneman’ın birkaç yıl önceki tabiriyle “pahayı hor gören ve servet deneyimini başkaları ile paylaşmaktan ziyade onlardan esirgemekten tatmin duyan bir böbürlenme teşhiri”.

Sanat imgesinin prekapitalist, yarı dini “ruhu” demokratik yaratıcılığın serpilmesinden ziyade ölçüsüzlük ve dar görüşlü üst sınıfların kibriyle ikame oldu. İmgelerdeki nesneler, lüks arabalar, müsrif yüzme havuzları, huzur dolu geziler teoride mübadele yasalarına tabi ve herhangi birimizin olabilirler. Ancak durum öyle değil. Onlara aitler. Ve biz sahip olamayız.

Müzik bambaşka bir medya ve çok farklı kurallarla işliyor. Ancak hem kaydedilmiş ses hem de oluşturulmuş imge sonsuz biçimde çoğaltılabildikleri zaman kendilerini sahicilik ve özgünlükle bir çatışma içerisinde buluyorlar. Herkes Beyoncé’nin müziğini stream edebilir ancak kaçımızın Beyoncé’nin yakın arkadaşlarımız için bir performans sergilemesi gibi benzersiz bir deneyim satın almaya gücü yetebilir? Wu-Tang Clan hayranları istedikleri kadar nadir ya da korsan kayıt satın alabilir ve ellerinden geldiği kadar konsere gidebilir, ancak Once Upon A Time In Shaolin albümünü tecrübe edebilecek tek kişi albümün parasını ödeyendir.

Arka plan gürültüsü olarak müzik bugüne dek hiç olmadığı kadar tüketilebilir hâlde. Buna karşın bir tecrübe olarak müziğin bedeli yüksek.

Elbette bu kuralın istisnaları mevcut. Çoğumuzun mali gücü en sevdiğimiz sanatçılardan özel bir performans satın almaya yetmese de müzik festivallerine katılabiliriz. Ancak burada bile bu tür organizasyonlara katılımın keskin bir şekilde yükselen maliyetini göz ardı edemeyiz. Bonnaroo’ya dört günlük bir giriş biletinin fiyatı 350 dolardan fazlayken park ve konaklama bedelleri birkaç yüz dolara patlıyor. Bunun üzerine seyahat masrafları ile neredeyse suç teşkil eden yiyecek ve su fiyatları eklenince etiket rahatlıkla 1.500 dolara yaklaşıyor. Festivallerin görünürde kamu kullanımına açık alanlara yerleşmek ve VIP katılımcılar için gösterişli kafesler kurmak gibi sınıfsal ayrımlara yol açan eylemleri de cabası. Örneğin, Bonnaroo’da klimalı bir çadırda, yemek ve içki hizmetleri eşliğinde sevdikleri müzisyenle bir hafta sonu boyunca takılmak isteyenler dört bin dolara yakın bir miktarı gözden çıkarmalı.

O yüzden müzik festivallerini müzikte meta ve tekelleşme arasındaki çatlakların en tehditkâr hâle geldiği, müşterekleşmenin herhangi bir şekilde vuku bulmasını engellemek için tüm deliklerin kapatılmasını gerektiren yerler olarak algılamak uygun olur. Ve bu durumda bile kendi çelişkilerinin ağırlığı altında ezilebilirler.

2017 baharındaki görkemli çöküşü bizim başkalarının mutsuzluğundan sağlıklı bir ölçüde keyif almamızı sağlayan “lüks” müzik etkinliği Fyre Festival bunun en bilindik örneği. Ancak söz konusu gerilimlerin başka festivallerde de ortaya çıktığını görmek zor değil. Örneğin 2014’teki Riot Fest sonrasında Chicago’daki Humboldt Parkı’nın içine düştüğü rezil durum mahallede yaşayan, işçi sınıfı mensubu Boricua topluluğunun isyan etmesine yol açtı. Pandemi döneminde birçok büyük müzik festivalinin iptal edilmesi, bu etkinliklere bel bağlayan organizatörler ve diğer girişimcilerin hayatta kalıp kalamayacağı sorusunu akla getiriyor. Bu tür bir çöküşün bu işletmelerde çalışan emekçiler üzerinde oluşturduğu hasardan bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, “meta olarak müzik” ile “zengin eğlencesi olarak müzik” olguları karşılıklı olarak birbirlerini teşkil ediyor. Bize bu sesler ve tecrübeler olmadan hayatlarımızın eksik kalacağı söyleniyor ancak sadece alım gücü bunların en saf hâllerine yetenler gerçekten tatmin olmayı umabiliyor. Müzik bir şatafat vasıtasına dönüşüyor, bu da Berger’in deyişiyle “demokrasiye doğru yönelen ancak yolun yarısında duran sanayi toplumunun” bir göstergesi.

Seri üretime tabi sanat ve müziğin taşıdığı esaslı demokratik potansiyel çarçur edilmekle kalmıyor, kendi kuyusunun altını kazıyor. Aşağıya yönelik baskılar şimdiden emeğiyle geçinenlerin müzikle olan ilişkisinde yansımalar buluyor. Bu ilişkinin gitgide özelleşiyor olmasının ötesinde tamamen bambaşka bir müzik cinsi de yaratılıyor olabilir. Bazı yorumcuların “Spotifikasyon” olarak nitelendirdiği bir dönemde sanatçılar streaming platformları tarafından kuruşluk ödemelere layık görülse de çoğu hâlâ dinleyicilere “Şimdi ne dinlemek istersiniz?” sorusu sorulduğunda sıranın önünde olabilmek için şarkılarını bir algoritmaya uygun bir şekilde besteliyorlar.

Bütün bunların gelecekte nereye evirileceğini kestirmek elbette ki imkânsız. Ancak içinde bulunduğumuz iktisadi ve kültürel gidişat bir tür kitlesel müzikal ayrımcılığına doğru gidip gitmediğimiz sorusunu uyandırıyor. Müziğin iki farklı tecrübe ediliş şeklinden bahsettiğimizde bu ayrım daha ne kadar aşikâr bir hâle gelebilir? Sanatçıların müziklerinin daha iyi veya ilginç versiyonlarını sadece zenginler için kaydettikleri ya da icra ettikleri bir döneme mi yaklaşıyoruz? Daha da önemlisi sesimizi çıkarıp bu gidişata karşı koymaya başlamadan önce bu tasavvurun ne kadar yakınımıza gelmesine razı olacağız?

Bu yazı, 27 Nisan 2021 Jacobin Mag’de (ABD) yayımlanmıştır.

  1. Peter Kennard 50 yıldır fotoğraf bozuyor ve liderlerin tadını kaçırıyor

    Fotomontajlarıyla 50 küsur yıldır hem müzelerde hem eylemlerde olan meşhur sanatçı Peter Kennard’ın hâlâ üretmesi önemli olabilir. Ama kendini genç kuşağın yanında konumlandırması çok daha önemli. BM iklim zirvesi COP26 ile eş zamanlı göstereceği yeni enstalasyonuna hazırlanırken Kennard’la çevrimiçi ortamda karşılıklı bir çay içtik.

  2. 6 derece uzak teorisinden ilhamla 8 fotoğraf sanatçısı

    Cansu Yıldıran, Cemre Yeşil Gönenli, Devin Yalkın, Aino Väänänen, Civan Özkanoğlu, Ekaterina Solovieva, Ege Kanar ve Cemil Batur Gökçeer, görsel hikâyeleştirme diyarlarından bildiriyor.

  3. Deviantart’ın altın günlerinden hipertüketici algoritmalar devrine

    Meme’lere sadece mizah aracı olarak değil minik dijital bilgi paketçikleri olarak bakabilir miyiz? Şitposting sadece bir trollük yöntemi değil de neredeyse Dadaist bir post-internet tepkisi olabilir mi? Sanatçı Bora Akıncıtürk’le Mehmet Ekinci, internete özgü kültürel formlar ve akımlar üzerine bir muhabbete oturdu.

  4. Canlı müzik geri dönerken ekolojik kriz ve COVID bize neler söylüyor?

    Devasa miktarda karbon salımıyla küresel ısınmaya çanak tutan müzik sektörünü yeni normalimiz çerçevesinde nasıl iyileştirebiliriz? Venüler, festivaller ve turneler kapsamında “canlı” müziğin sürdürülebilir dönüşümü için yapılabileceklere bakıyoruz.

  5. Playlistlere yeniden kulak vermek ve dinlemeyi geri kazanmak

    Reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?

  6. Hissettirdikleri ve öğrettikleriyle The Velvet Underground

    Yeni Todd Haynes belgeseli sağ olsun, 2021 sonbaharına The Velvet Underground nostaljisi hâkim... Bugünlerde yeni albümlerini yayımlamış üç müzisyenden, grubun kendileri için ne ifade ettiğini kelimelere dökmelerini istedik. İşte Vanishing Twin, Anika ve Shannon Lay’den The Velvet Underground mektupları.

  7. Aklımdakiler: Islandman

    “Bizden önceki ve sonraki nesil arasında köprü görevindeyiz. Y kuşağı olarak görevimiz.”

  8. Anika’nın kendine tuttuğu aynada hepimizden yansımalar var

    Hem edebi hem sonik üslubuyla duyarlı ve her birimizle konuşmaya çalışan, beraber sorgulamaya çağıran “Change” albümünü irdelemek üzere Anika’ya bağlandık.

  9. Nene H hedonizmin değil, dürüstlüğün peşinde

    “Partilemeyi sadece hedonizm olarak görmeyen, bu ortamı kendileri için güvenli ve kendilerini ifade edebilecekleri bir alan olarak gören insanlar var. Ben de buna hizmet etmeye çalışıyorum açıkçası.”

  10. Bir piyanistin galaksi rehberi

    Ardı ardına yayınlar, tarzlar ötesi yaklaşım, rengârenk bir palet. Bize biraz anlatsana Çağrı Sertel.

  11. Müzik sayesinde yeniden bağ kuran iki kardeş ve Hermanos Gutiérrez ruhu

    Hermanos Gutiérrez şarkılarının; kronik uykusuzluğa deva olan çarkıfelek çiçeği çayından sıkı bir bardak içmişsiniz gibi bir etkisi var. Üretim pratikleri ve müzikal geçmişlerinin detaylarını Gutiérrez kardeşlerden dinleyelim.

  12. Fink ile “her ihtimale karşı” bir alternatif nostalji seansı

    Fink’in esas kişisi Fin Greenall, “IIUII” isimli nostalji atılımının ortaya çıkışını anlatıyor: “Ne zaman sahnede şarkı söylesem, şarkıyı söylediğim o orijinal yere gitmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden derinlerde gezinen sanatçılar, seyirciyle hiç konuşmuyorlar veya onlara şakalar yapmıyorlar.”

  13. Tekel müziği

    Bugünün egemen sınıfları kültürün bütününe ya meta ya da eğlence muamelesinde bulunuyor. Bizler iki tanımlamayı da kabul etmemeliyiz.

  14. 8 görüntü yönetmeniyle konuştuk

    Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

  15. Céline Sciamma ile çocukluğun duygusal yoğunluğu ve “Petite Maman” üzerine

    “Ortaya çıkan işin çocukluk deneyimiyle uyumlu olduğunu umuyorum.” Hattın öbür ucunda, son filmi “Petite Maman”a dair sorularımızı yanıtlamak üzere Céline Sciamma var.

  16. A’dan Z’ye The Sopranos

    “The Many Saints of Newark” gündeminden hareketle: Katı senaryo kurallarından Emmy karnesine, “Sıkı Dostlar” ile görünmez bağlarından kendine has jargonuna, bir “The Sopranos” sözlüğü.

  17. Ozan Açıktan’ın 90’ları ve “Geçen Yaz” ile “Neyi unutmak istemezdin?” seansı

    Ozan Açıktan’la çok da bir şeyini özlemediğini söylediği 90’larda geçen son filmi “Geçen Yaz”ı konuştuk. Filmden 90’lara dair detayları sorduk ve bize kişisel tarihindeki yerlerinden bahsetmesini istedik.

  18. Nefretin büyüsü ve “hate-watching” dedikleri

    Seyir deneyiminizin aniden nefret duygusuyla yoğrulduğu, izlediklerinden kopamadığınız gibi duyduğunuz nefretten de istemsizce zevk almaya başladığınız oluyor mu? Evet, muhtemelen hate-watching’in büyüsü altındaydınız.

  19. 80’lerden bugüne video nasty: Neydi, ne oldu, ne olacak?

    Prano Bailey-Bond'un ses getiren “Censor”ını vizyonda izlemişken dünü, bugünü ve yarınıyla “Video nasty 101” dersi.

  20. Sinema alanında HIV anlatılarının seyri

    İhmalkârlık politikalarından ortak mücadelelere ve umutta kenetlenmelere.

  21. Sınırları belirsiz karakter müzesi “Cryptozoo”, artık “bizlerin”

    MUBI kataloğuna eklenen “Cryptozoo”nun yaratıcısı Dash Shaw’la, prodüksiyon süreci, karakterlerin ardındakiler ve güncel bağımsız animasyon sektörüne dair bir sohbet.

  22. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 1

    Başlangıç noktamız Frank Herbert'ı bu kült uzay sagasını yazmaya iten motivasyonlar: Uzay operası nedir? “Dune”, kahraman figürüne nasıl yaklaşıyor? Bir bilim kurgu sagası için ekoloji neden önemli? Arapça terminoloji nereden geliyor?

  23. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 2

    “Dune”un zaman çizelgesini anlamak için bir beyin fırtınası. Matematik dehası, zırh tasarımcısı Holtzman kimdir? Butleryan Cihadı neden önemli? Yapay zekâ olmayan bir evrende galaksiler arası yolculuk nasıl mümkün?

  24. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 3

    “Dune”un politik yapısı evrende nasıl bir düzen yaratıyor? 3 büyük aile ne zaman kuruldu? Bene Gesseritler nasıl yeteneklere sahipler? Çöl solucanlarının baharat Melange ile alakaları ne?

  25. Künye

    yayın imtiyaz sahipleri ve etkinlik direktörleri Aylin Güngör [email protected] J. Hakan Dedeoğlu [email protected] yayın ve proje danışmanı Ekin Sanaç [email protected]