2022: En iyi 40 yabancı belgesel / belgesel serisi

Sorgulatan, ilham veren, gündem belirleyen veya sadece iyi vakit geçirten 40 belgeseli masaya yatırdık. Seçkimiz yapım yılı 2022 olan belgesellerden oluşuyor ancak festival takvimi gibi sebeplerle bu sene izleme imkânı bulduğumuz kimi 2021 yapımlarının da cazibesine karşı koyamadık, değerlendirmeye aldık. Ayrıca Cem Kaya’nın ses getiren belgeseli Aşk, Mark ve Ölüm de Almanya yapımı olması nedeniyle burada, şaşırtmasın.

All or Nothing: Arsenal

All or Nothing belgeselinin önceki serileri, İngiltere Premier Lig takımlarından Manchester City’nin Pep Guardiola ile ilk şampiyonluğunu ve Mauricio Pochettino ile bir önceki sezonu şampiyonlar ligi finalisti olarak bitiren Tottenham Hotspur’ün bu kez orta sıra mücadelesi verdiği anları merkeze alıyordu. Üçüncü serisinde Arsenal’a konuk olduğumuz belgeselde 2021-2022 sezonunun hikâyesini soyunma odasına, antrenman tesislerine, teknik direktör Mikel Arteta‘nın odasına, takım uçağına yerleştirilmiş kameralar üzerinden; yer yer röportaj kayıtlarıyla, maç görüntülerini de ekleyerek dinliyoruz. Zaman zaman drama, öfke ve hayal kırıklığıyla dolu, sürükleyici bir seyirlik.

All the Beauty and the Bloodshed

Oscar ödüllü Citizenfour’un yönetmeni Laura Poitras’ın 79. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a uzanan filmi; slayt gösterileri, röportajlar, fotoğraf ile görüntüleri harmanlayarak aktivist sanatçı Nan Goldin’in ruhunun derinliklerine doğru yolculuğa çıkarıyor. Aynı zamanda New York’taki sanat ve aktivizm yaşamına ışık tutan belgesel, iktidar baskısının getirdiği zorluğu gözler önüne serer nitelikte.

The Andy Warhol Diaries

Andy Warhol’un 1968’de uğradığı silahlı saldırının ardından tutmaya başladığı günlüklerden hareketle hazırlanmış altı bölümlük belgesel dizi, ikonik figürün gizlerine ortak olmak için güzel bir kapı açıyor ilgililerine. Warhol’un kendisini keşfi, yakın ilişkileri, üretim süreçleri ve çok ses getiren sanat anlayışı masaya yatırılırken; bahsi geçen günlükten birtakım alıntılar, sanatçının yapay zekâyla yeniden yaratılan sesi aracılığıyla anlatı içinde yer ediniyor. Bir dehanın zihninin sırlarını çözmeye bir adım daha yaklaşmak isteyenlere…

As I Want

Kahire, 25 Ocak 2013. Devrimin yıldönümünde Tahrir’de bir cinsel saldırı olayı yaşanmasının ardından öfkeli kadın+ların yanıtı çok açıktır: “Geceler, sokaklar, meydanlar bizimdir!” Filistin kökenli Samaher Alqadi ilk yönetmenlik denemesi As I Want’ta, sadece bir tür koruma biçimindeki kamerasını ele alarak büyüyen kadın isyanını belgelemiyor; öfke sızdırırken bile samimi iç sesiyle annesine dokunaklı bir mektup yazıyor, kendi annelik sorgulamalarına ve kopkoyu sohbetlerine de izleyeni ortak ediyor.

Aşk, Mark ve Ölüm / Love, Deutschmarks and Death

60’lardan bugüne Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin müzik kültürü üzerine Cem Kaya belgeseli Aşk, Mark ve Ölüm; göçün müzikli tarihini adındaki üç kavram üzerinden, zengin bir arşiv malzemesi ve güncel röportajlarla destekleyerek anlatıyor. 1970’lerde Berlin’deki metro durağından dönüştürülmüş Türkischer Basar ve içindeki gazinodaki düğünlerde takılan marklara, sazlı protest müzikten 90’lardaki isyankâr hip hop hareketine çok şey söyleyen, uzun bir tarih hattında hızla giden bir duygu treni gibi. İzleyicisiyle çok içten ve güçlü bir bağ kurmayı başaran filmin Berlinale’de İzleyici Ödülü’nü kazanması şaşırtıcı değil.

Belle Vie

Belle Vie, Los Angeles’ta McDonalds ve KFC arasına sıkışmış küçük bir Fransız restoranının pandemi koşulları ve karantina döneminin katı kurallarıyla mücadele etmesini konu eden, samimi bir belgesel. Belle Vie’nin sahibi ve işletmecisi Vincent Samarco’nun şarap, dans ve müzikle güzel akşam yemeklerinin adresi olmayı hedefleyerek açtığı restoranının verdiği mücadele kalpleri burksa da anlatı bir yandan da mizah duygusunu hiç yitirmiyor. Küçük işletmelerin pandeminin yarattığı küresel kriz ortamında hayatta kalma mücadelesi ve adaptasyon çabası, naif bir dille anlatılıyor.

Descendant

Cotilard; 60’lı yıllarda Afrika’dan Amerika’ya kölelik için 100’den fazla insan kaçırmış, bilinen en son gemi. Cotilard’ın Alabama’daki kalıntılarının bulunması takip eden belgesel; adalet anlayışını irdeliyor, kaçırılan soydaşlarıyla ilgili konuşan insanlarla bir jenerasyonun travmasına ses oluyor, tarihin gizli tutulan karanlık sayfalarını açarak gerçeğe ulaşıyor ve böylece köleleştirilen insanların ruhlarını özgür bırakıyor.

Faya Dayi

Günümüzde Etiyopya’nın en kazançlı tarım ürünü olan gat otunun (yemen otu) ticareti üzerinden hükümetin ağır baskısı, otun yol açtığı hayaller, sınır ötesine uzanan tehlikeli yolculuklar ve baskıcı rejimin derin yaralar açtığı gençler üzerine mahrem bir anlatı. 10 yıl süren çekimlerin ardında yatan emeği deneyimlemek ve Harar yaylalarında manevi bir yolculuğa çıkmak isteyenlere…

Fire of Love

Katia ve Maurice Krafft, üniversite eğitimleri esnasında tanışıp evlenen iki yanardağ bilimcisi. 21 senelik birlikteliklerini dünyanın birçok yerindeki volkanik patlamaları görüntüleyerek ve toplumu bu doğa olaylarına dair bilinçlendirerek geçiren Fransız çiftin bilimsel merakları ve macera tutkuları, korku hislerine her daim ağır bastı. Çiftin akıl almaz güzellikteki arşiv görüntülerini müthiş bir kurguyla işleyen bu “tabiat belgeseli” aynı zamanda aşka, ölüme ve anlamlı bir hayat inşa etmeye dair lirik bir öykü.

The Green Planet

Doğa belgesellerine az biraz aşina olan herkesin tanıdığı 96 yaşındaki İngiliz yayıncı, doğa tarihçisi ve yazar David Attenborough; bitkilerin dünyasını keşfettirmek için yola çıkıyor bu kez. Çekimleri dört yıl süren ve tam 27 ülkeyi ziyaret eden The Green Planet, tropik bitkilerin rekabetçi yaşamından su ve çöl bitkilerinin büyüleyici doğasına uzanan çok keyifli bir izlek sunuyor; bitkiler hakkında ne kadar az şey bildiğimizi gösterirken, bir yandan onlara ne kadar muhtaç olduğumuzu yeniden hatırlatıyor.

Good Night Oppy

Wall-E’nin cilveli ve utangaç estetiğini NASA’nın Mars Exploration Rover programına entegre eden Good Night Oppy, son yılların en iç açıcı uzay belgesellerinden biri. Yapımın üst anlatısını Angela Bassett seslendirmiş, John Williams’ın yaylılarını aratmayan deneyimli Hollywood bestecisi Blake Neely film müziklerini bestelemiş, George Lucas’ın emektar görsel efekt firması Industrial Light & Magic ise animasyonlarını hazırlamış. Good Night Oppy, 2004’ten 2018’e kadar Mars üzerinde su arayan Opportunity robot rover’ının hikâyesini izleyicilerle buluşturuyor. ABBA’nın “SOS”i hiç bu kadar süpersonik teknolojik bir yapımda kullanılmamıştı muhtemelen.

Hallelujah: Leonard Cohen, a Journey, a Song

Bir arayışın, ruhani bir anlam yaratma çabasının; upuzun bir zamanın imbiğinden süzülüp kulaklarımızda çınlaması olarak tarif edilebilecek “Hallelujah”ya dair… Sürükleyici ve katmanlı bir sanatçı portresi de sunan film, temelde şarkının yazım sürecinin etrafında geziyor; anılar, anekdotlar, söyleşilerde hep “Hallelujah” merkezde tutuluyor. Leonard Cohen’in hayat görüşü, inanç sistemi, ilişkileri ve kariyerinin dönüm noktaları işlenirken, şarkıdan etkilenmiş müzisyenler ve dinleyicilere de mikrofon uzatılıyor. 

In the Court of the Crimson King: King Crimson at 50

Progresif rock grubunun 50 yılına göz atan Toby Amies, eşsiz grubu kronolojik bir anlatımdansa -ele aldığı materyalin türler arasılığının hakkını vererek- belgesel türünün sınırlarında gezinerek gözler önüne seriyor. Nitekim grubun kurucu demirbaşı Roger Fripp’in temel müzik anlayışı üzerine Amies’e belirttiği üzere; “King Crimson bir grup değil, bir şeyler yapma yolu.” Belgeselin konusu da tam olarak bu. 50 yıl boyunca ekibe dâhil olmuş, ayrılmış isimlerle bir araya geldiğimiz 86 dakika boyunca Robert Fripp ve nevi şahsına münhasır muzipliği, huysuzluğu ve oyunbozan tavırları ön planda elbette. Ancak 2013’te gruba katılan ve Mart 2020’de kaybettiğimiz, çok sevilen Bill Rieflin’in son zamanlarının bir kaydı olması yönüyle de bu yapım benzersiz bir şeyi başarıyor. Özetle, King Crimson hayranı olmasanız dahi izlemeniz gereken, başlı başına bir müzik deneyimi. King Crimson meraklılarına hatırlatalım; Cem Kayıran’ın Bant Mag No. 67 için hazırladığı, grubun 50. yılına özel A’dan Z’ye: King Crimson dosyasına buradan ulaşılabilir.

Is That Black Enough for You?!?

İzleyiciyi 1970’lere ışınlayan yönetmen, senarist ve film tarihçisi Elvis Mitchell; o dönem gösterime giren filmlere Afrika kökenli Amerikalıların sunduğu katkıları, farklı bir perspektifle gözler önüne seriyor. Dönemin önde gelen isimlerinin verdiği bilgiler ve detaylı bir arşiv çalışmasıyla bu yapımların zengin ve canlı tarihine eşlik edilirken; Siyah temsilinin geçmişine ve kökleriyle gurur duyan bir Siyah’a tanık olmanın kültürel etkisine ışık tutuluyor.

The Janes

Belgesel, ABD’de kürtajı yasallaştıran 1973 tarihli Roe v. Wade kararından önce, Chicago’da kadınlara güvenli kürtaj imkânı sağlayan yasadışı bir örgütü konu ediyor. Kendilerine Jane diyen ve kişisel yaşamlarını riske atmak pahasına mücadele veren bu kadınların, yaklaşık 11 bin kadına ücretsiz veya düşük maliyetli kürtaj imkânı sağladığı biliniyor. The Janes, yakın geçmişte Roe v. Wade kararının Yüksek Mahkeme tarafından iptal edilmesinin ardından ABD’deki mevcut atmosferi ve siyasi tandansları anlamak bakımından herkese bir şeyler söyleyebilir.

Last Flight Home

Küçük ölçekli bir havayolu firması sahibi olan Eli Timoner’in beklenmedik bir şekilde felç gecirmesi, hem onun için hem de ailesi için hiçbir şeyin aynı olmayacağına işaret eder. Durumu gitgide ağırlaştığı için daha fazla acı çekmek istemeyen Eli, ötenazi hakkını kullanmayı talep ettiğinde ailesi kameranın kayıt tuşuna basıyor ve seyirci, onun hayata ve sevdiklerine vedasına yürek burkan bir biçimde ortak oluyor.

The Last Movie Stars

İki Hollywood ikonu Joanne Woodward ve Paul Newman’ın etkileyici yaşamları ve yarım asırlık ilişkileri; Newman’ın vakti zamanında olası bir biyografik proje için biriktirdiği, ikilinin yakın çevresine ait bir röportaj koleksiyonu sayesinde gözler önünde. Projeyi hayata geçirirken, tutarlı ve dikkatli bir tavır benimseyen yönetmen Ethan Hawke’un bu iki ismin hem sanatçı hem de insan yönlerine beslediği derin sevgiyi hissetmemek imkânsız. Meselesine zarif ve dokunaklı bir bakış atmayı başarabilen bir çalışma The Last Movie Stars.

Light & Magic

“Neyin imkânsız olduğunu bilmeyen bir grup insan.” George Lucas’ın bu sözlerle tanımladığı oluşum, Lucasfilm çatısı altında faaliyet gösteren ve muhtemeldir ki sinema tarihinin en etkili özel efekt şirketi olan Industrial Light & Magic’den (ILM) başkası değil. Sıfırdan ekipmanlar üreten, devrim niteliğinde bir kamera sistemi kuran, illüzyon kadar illüzyonu yaratan tekniğe de kafa yoran şirketi odağına alan belgesel, Star Wars hayranları için bir hazine görevi görmekle kalmıyor; ILM’in görsel efekt teknolojilerinde nasıl çığır açtığını, kabul görmüş sistemin ezberlerini nasıl bozduğunu, imkânsızları nasıl mümkün kıldığını keşfe çıkarıyor.

Little Palestine (Diary of a Siege)

Abdallah Al-Khatib’in Suriye’nin en büyük mülteci kampı olan Yermük’te geçirdiği yıllara ilişkin günlükleri niteliğindeki belgesel; kapana kısılmış hayatların ölüm, yoksulluk ve açlıkla olan mücadelesini gözler önüne seriyor. Sokaklarda dolanan kamera günlük hayatı filtresiz  biçimde aktarırken; şarkı, dans gibi umudun filizlendiği anlara da dönerek melodrama bulaşmaktan uzaklaşıyor.

Louis Armstrong’s Black & Blues

Sacha Jenkins’in yönetmenliğini üstlendiği bu özenli çalışma, Louis Armstrong gibi oldukça iyi tanınan bir figüre dair hâlâ keşfedilmeyi bekleyen şeyler olduğunu müjdeliyor. 106 dakikalık sürenin içine Satchmo’nun daha önce duyulmamış, kendi kaydettiği sesler, konuk olduğu televizyon şovlarından özel arşiv kayıtları gibi sürprizleri sığdıran belgesel; İç Savaş yıllarını da görmüş geçirmiş olan caz efsanesinin aktivist yönünün altını kalınca çiziyor, isminin bıraktığı büyük mirasa dair bütünsel bir bakış yakalamayı başarıyor.

Mi país imaginario / My Imaginary Country 

Şili’de süregelen eylemleri gençliğinden beri La Batalla de Chile (1975) ve Nostalgia de la Luz (2010) gibi işlerinde kayıt altına alan Patricio Guzmán, yeni belgeseli My Imaginary Country’de memleketinin tamamlanan özgürlük mücadelesini odak noktası belliyor. Ekim 2019’da 1,5 milyon Şililinin daha adil bir toplum için yaptığı eylemlere, kadın direnişçi ve aktivistlerle yaptığı röportajlar aracılığıyla feminist bir çerçeveden bakan yönetmen, optimist bir tavır benimseyerek Şili için parlak bir gelecek müjdeliyor. 

Midwives

Savaş, ırkçılık ve ayrımcılığın hüküm sürdüğü Myanmar’dayız. Bir tıp kliniğinin sahibi olan Budist Hla ve klinikte yardımcı ebe olarak görev yapan Müslüman Nyo Nyo’nun hayatını, vahşetin içinde canlı kalan mesleki tutkularını izlediğimiz belgesel; soykırım rejiminin içinde hayatta kalma mücadelesine dair bir kesit sunuyor.

Moonage Daydream

David Bowie’nin aile üyeleri tarafından geçer not alan ilk sinema filmi, onun yaratıcı ve müzikal yapıtlarından oluşan bir yolculuk niteliğinde. Bugüne kadar yayımlanmamış görüntüler, görülmemiş performanslar ve Bowie’nin kendi müzikleri ve sözleriyle güçlendirilen Moonage Daydream; “belgesel” ya da “biyografi” tanımlarının ötesinde, “sinematik bir deneyim”.

Navalny

“Ah, hadi Daniel!, Hayır, sanki benim ölümüm için film çekiyorsun.” Anti-otoriter Rusya muhalefet lideri, aktivist Alexei Navalny bu sözlerle başlıyor yönetmen Daniel Roher’ın onun hakkında çektiği filmin ilk kayıtlarına. Karanlık ajanlar, gerçeği arayan gazeteciler, komplo teorileri ve totalitarizm arasında şıkça mekik dokuyan Navalny; hayatını savunma ve güce meydan okuma üzerine cesur bir ses olarak yılın akıllara kazınan işlerinden.

Nothing Compares

Sinéad O’Connor’ın hayatına ve müzikal yolculuğuna odaklanan Nothing Compares, sanatçının ergenlik çağındaki oğlunun intiharını ve kendisinin hastaneye kaldırılışını konu ediyor. 1987-1993 yılları arasındaki kehanet niteliğindeki sözlerini ve eylemlerini aktarırken, bu korkusuz müzisyenin mirasını çağdaş feminist bir mercekle yansıtıyor. Kathryn Ferguson‘ın yönetmenliğini üstlendiği belgeselde canlı performanslar, müzik videoları ve daha önce yayımlanmamış görüntüler de yer ediniyor.

Pepsi, Where’s My Jet?

90’lara dair popüler kültür referanslarıyla dolup taşan, akıllara durgunluk veren bir gerçek olayı masaya yatıran belgesel; 1996’da başlayan “Pepsi iç, bir şeyler kazan” kampanyalarının yol açtığı ve uzun süre gündemi meşgul eden bir dava süreci hakkında. Akıllara zarar bir reklamda vadedilen 23 milyon dolar değerindeki jeti kazanmayı kafasına koyan John Leonard’ın bu işe kendini çılgınca adaması ama bunu bir saplantı hâline getirip altında ezilmek yerine bir yatırım fırsatı, hatta bir start-up gibi kurgulaması gerçekten etkileyici.

Phoenix Rising

Phoenix Rising, Evan Rachel Wood’un 2006-2011’de Marilyn Manson tarafından maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel şiddet sebebiyle verdiği hukuk mücadelesini anlatısının odağına taşıyan, iki bölümlük bir mini belgesel dizisi. Cinsel saldırı suçları için zaman aşımı süresinin, mağdurların psikolojik süreçlerini göz ardı ederek belirlenmesine sesini yükselten yapım; taciz döngüsünü kırma mevzusunda verdiği güçlendirici mesajlarla takdiri hak ediyor.

Prehistoric Planet

66 milyon yıl önce gezegende yaşam sürmüş dinozorların evrenine açılan beş bölümlük dizi; deniz kıyıları, buzullar, tatlı sular, çöller ve ormanlar gibi farklı habitatlara ait çok sayıda dinozor türünün serüvenlerine tanıklık ettiriyor. Projeye dair en heyecan verici detay ise belgeseldeki dinozorlara ait hipergerçekçi bilgisayar tabanlı görüntülerin, şimdiye kadar sinema ve televizyon dünyasında defalarca rastladığımız tasvirlerinden ayrı olarak, güncel çalışmalardan referansla yaratılmış olması. Mümkün olan en büyük ekranda deneyimlenmesi tavsiyedir.

The Rehearsal

Tek bir yanlış adım bütün dünyanı alt üst edebilecekken, neden işini şansa bırakasın ki? Nathan For You ve How To with John Wilson gibi ezberleri bozan iki şahaneliğin ardındaki deha Nathan Fielder, yaşamdaki belirsizlikleri minimum seviyeye indirebilmek adına ne gibi mesafeler katedilebileceğimizi araştıran bir beyin egzersizine davet ediyor bu kez. İnşaat ekipleri ve profesyonel oyuncuların yardımıyla, özenle hazırlanmış simülasyonlarda, hayatlarının en önemli anlarını “prova” eden insanları izliyoruz. Akıllara Synecdoche, New York’u getiren bu delilik, şüphesiz ki 2022’yi tanımlayan televizyon işlerinden biri.

Retour à Reims (Fragments) / Returning to Reims (Fragments)

Tarihçi ve filozof Didier Eribon’un aynı adlı otobiyografisinin serbest uyarlaması Fragments; Fransız işçi sınıfının 1950’lerden günümüze uzanan hikâyesini, yazarın anılarıyla birleştirerek anlatıyor. Adèle Haenel’in sesinden, Komünist Parti’den Ulusal Cephe’ye kayışa dek geçirilen sürecin hikâyesini dinlerken, ezilen azınlıkların değişen temsiliyetini takip ediyoruz. Arşiv görüntüleri ve güncel kayıtlarla kurgulanan belgeselin meselesi eski ama yeni, kişisel ama bir o kadar da politik…

Rewind & Play

Caz devi Thelonious Monk’ın 1969’da Salle Pleyel’de gerçekleşecek konseri için gittiği Paris’te çekilmiş bir televizyon röportajını odağına alan Rewind & Play, mülakat yapması pek kolay olmayan Monk ile Fransız müzik insanı Henri Renaud arasında, ikincinin gelişigüzel ve hafiften küçümser soruları etkisiyle gelişen gergin mücadeleyi, gündelik hayata mensup kaçamak ırkçı üslubun neye benzeyebileceğine dair örnekleri ve öncü piyanistin program vesilesiyle şahit olduğumuz kimi nefes kesici performanslarını aktarıyor. Orta metraj denebilecek 65 dakikalık film, yönetmen Alain Gomis’in henüz keşfedilmiş görüntülerden oluşturduğu etkin bir anlatı, bu efsane figürü en gerçek hâliyle gösteren bir hazine.

The Super 8 Years

1972’den 1981’e kadar yazar Annie Ernaux ve ailesi tarafından çekilen görüntülerinin bir araya getirildiği The Super 8 Years; gücünü geçmişe dönüşten alarak yabancı bir zihinde yolculuğa çıkaran dokunaklı bir belgesel. Annie Ernaux ve eşi Philippe’in kariyerleri, aile ziyaretleri, Noel kutlamalarına tanıklık ettiğimiz yapım; çiftin Şili, Fas, Arnavutluk ve Moskova ziyaretlerini merceğe alarak dönemin siyasi ve sosyal atmosferine de ışık tutuyor.

Stutz

Yönetmenliğini oyuncu Jonah Hill’in üstlendiği belgeselde, Hill’in, terapisti olan dünyaca ünlü psikiyatrist Phil Stutz ile sohbetine konuk oluyoruz. Psikiyatristin film boyunca anlattığı terapi öğretilerine; farklı kuşaklardan iki dostun şakalaşmalar eşliğinde bahsettikleri kendi akıl sağlığı deneyimleri ve sohbet sayesinde ortaya çıkan büyüleyici bağ eşlik ediyor. Stutz’ın “gereçler” adını verdiği özgün görsel terapi alıştırmaları, yardım arayışında olsun olmasın herkes için erişilebilir kılınıyor.

The Territory

Brezilya’da yağmur ormanlarını korumak için mücadele veren Uru-eu-wau-wau kabilesinin öyküsü. İlk kez 1980’lerde hükümet tarafından tanınan ve 1991’de toprakları üzerinde hak kazanan bu yerli halk, büyük yatırımcılar tarafından desteklenen, Amazon havzasını otlak araziye çevirmek isteyen çiftçilere karşı mücadele veriyor. Çabaları, “toprağı layıkıyla işleyemeyen” yerlilerin yaşam alanlarında hak iddia edebileceğini iddia eden kapitalist zihniyeti fazlasıyla açık ediyor. Kabile ile üç yıldan uzun zaman geçiren yönetmen Alex Pritz, sadece kendi toprakları değil, -var olan iklim krizini göz önünde bulundurduğumuzda- tüm dünya için saygıyı hak eden bu direnişi özenle takdim ediyor.

They Call Me Magic

NBA tarihinin en özel yıldızlarından biri, Earvin “Magic” Johnson’ın yalnızca parkede yaptıkları değil; çocukluk yılları, ailesi, özel hayatı, iş insanı olarak girişimleri, HIV ile mücadelesiyle kapsamlı bir portre çiziliyor They Call Me Magic’te. Özellikle 80’ler ve 90’lar NBA nostaljisi yapmayı seven herkesin iyi vakit geçireceğine şüphe yok. Yıldırıcı engellerin üstesinden gelip toplumsal hareketlere, bilinçlenmelere, zihin açılmalarına öncü olan ilham verici portrelere ilgi duyanlar da kaçırmamalı.

This Much I Know to Be True

Yaşadığı trajedinin ardından yeniden anlam arayışında olan bir Nick Cave izliyor, Bristol’daki boş bir fabrikada kadim dostu ve yol arkadaşı Warren Ellis ile birlikte kaydettikleri performansa şahit oluyoruz This Much I Know to Be True’da. İki kameranın takip ettiği basit ve hoş bu konser belgesi, artık kendine müzisyen yerine heykeltıraş denmesini isteyen Nick Cave’i haksız çıkarır derecede güçlü.

The Tinder Swindler

Dating app’ler güven, merak ve arzunun sanal ortamda harmanlandığı, kimi zaman da söz konusu duyguların “gerçek hayat”ta ete kemiğe büründüğü mecralar malum. The Tinder Swindler, hâlihazırda karmaşık olan bu ortama entrika ve kolektif intikamı dâhil ediyor ve geçtiğimiz beş senenin baş döndürücü beynelmilel dolandırıcılık hikâyelerinden birini Netflix belgeselcilik üslubuyla ekrana taşıyor. Simon Leviev mahlasıyla Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden tanıştığı kadınları gaslight eşliğinde dolandıran Shimon Yehuda Hayut’u tanıyoruz bu yapımda. Hayut internette hâlâ aktif, bazen karanlık köşelerinde pusuda bekliyor; diğer zamanlar dolandırıcılık hikâyelerine ait görselleri NFT formatında satıyor. Aman bizden ve sevdiklerimizden uzak dursun.

Tony Hawk: Until the Wheels Fall Off

“(Önceleri) yolumu kaybetmiş gibi hissederdim. Ancak sevdiğim şeyi bulduktan sonra, kanıtlamam gereken çok şey olduğunu fark ettim.” diyor Birdman lakaplı kaykay efsanesi. Belgesel, 14 yaşında başlayan profesyonel kariyerinin ve özel yaşantısının zirve ve dip noktalarındaki geçişleri aktarırken; Stacy Peralta, Rodney Mullen, Lance Mountain, Kevin Staab, Christian Hosoi, Crispin Glover gibi isimleri de bu anlatıya dâhil ediyor. Hawk’u defalarca düşerken ve ayağa kalkarken izlemek, onca yara bereye rağmen devam edişini görmek, sadece bu adanmışlığa tanıklık etmek dahi ilham verici. Hayatın akışında başarıyı yakalamaya, yolunu kaybedip yeniden bulmaya çalışırken Hawk’a kendini tamamlanmış hissettirenin kaykay olduğunu yeniden keşfetmenin güzel bir yolu.

Trainwreck: Woodstock ‘99 

Jamie Crawford’un yönettiği bu mini dizi, üç gün boyunca New York’ta gerçekleşen, tümüyle kaotik ve korkutucu Woodstock 1999 festivalinde olanların nedenlerini kurcalıyor. Etkinliğin birer parçası olma talihsizliğini yaşamış kimi çalışanlar, festivalciler ve line-up’tan Fatboy Slim, Gavin Rossdale (Bush), Jewel, Jonathan Davis (Korn) gibi müzisyenler aracılığıyla birbirinden fena deneyimler aktaran belgesel; cinsel saldırının yaygın doğasına ve sektördeki mafya zihniyete dair de sözünü sakınmıyor. Kimi anlarda gerçekten şok edici, hatta dehşet verici.

We Need to Talk About Cosby

Bill Cosby’nin, kariyerinin zirvesini yaşadığı dönem 60’tan fazla kadını istismar ettiği gerçeği, çok değil, birkaç sene önce ortaya çıktı. We Need to Talk About Cosby, adının da işaret ettiği üzere komedyenin yaşamını mercek altına alırken, #MeToo hareketi ve ABD adalet sisteminin işleyişi gibi konulara da temas ediyor. Bir yandan sanatı ve sanatçıyı ayırmak gerektiğini savunanlara zihin açıcı yanıtlar vermekte.

Yazılar: Aysu Uzer, Biçem Kaya, Cem Kayıran, Deniz Özöztürk, Esin Çalışkan, Ezgi Oğraş, Hatice Melike Gürer, Merdan Çaba Geçer, Mehmet Ekinci, Müge Turan, Ulaş Dağ, Yiğit Atılgan, Yiğitcan Genç, Zeynep Naz Günsal, Zeynep Kıymacı

Değerlendirme: Aylin Güngör, Banu Üsküdarlı, Biçem Kaya, Cem Kayıran, Deniz Bankal, Deniz Kuzuoğlu, Deniz Özöztürk, Elif Acun, Elif Öz, Elif Sevimay, Ekin Sanaç, Engin Ertan, Esin Çalışkan, Ezgi Oğraş, Hatice Melike Gürer, İlayda Güler, J. Hakan Dedeoğlu, Mehmet Ekinci, Melikşah Altuntaş, Müge Turan, Merdan Çaba Geçer, Olcay Özer, Sadi Güran, Seray Soylu, Sesim Gökmen, Tuğçe Özdenoğlu, Yağmur Ruken Kahraman, Yiğit Atılgan, Yiğitcan Genç, Zeynep Naz Günsal, Zeynep Kıymacı