Her şey seninle ilgili değil: Afire

Yazı: İlayda Güler

Almanya sinemasının medarıiftiharı Christian Petzold, 2020’de Undine’yle başladığı element üçlemesinin ikinci halkası olan Roter Himmel / Afire / Kızıl Gökyüzü’nde odağını ateşe çevirse de suyun izlerini hissettirmeye devam ediyor hâlâ. Deniz kenarından ormana uzanan bir kırsala yerleştirdiği beş karakterin çatışmaları etrafında benlik algısının farklı tezahürlerini inceleyen Roter Himmel, geçtiğimiz şubatta Berlinale’de Büyük Jüri Ödülü’nün sahibi olmuştu. Başrollerde müthiş performanslarıyla Paula Beer ve Thomas Schubert var.

Zaman dilimi ve mekân 

Şimdiki zamana rastlayan birkaç yaz gününden yakın geleceğe varıyoruz. Kuzey Almanya’nın Baltık kıyısında, civarında küçük bir sahil ve neşeli bir meydan olan, etrafı ormanla çevrilmiş bir kasaba evi merkezimiz.

Konu nedir?

Güzel sanatlar eğitimine başvurmak üzere portfolyo hazırlığında olan Felix ve işlerin yolunda gitmediğini hissettiği ikinci romanını tamamlamaya uğraşan arkadaşı Leon, hem çalışmak hem de kafa dinlemek maksadıyla geldikleri yazlıkta sürpriz bir misafirle karşılaşıyor. Mevsimlik bir iş için orada bulunan Nadja ile yarı zamanlı davetlisi cankurtaran Devid’in varlığına Felix kolayca adapte olurken, Leon buna istikrarlı bir huysuzlukla cevap veriyor. Onca suratsızlığına rağmen kendisine şefkatle yaklaşan Nadja’yı gördüğü ilk andan itibaren, ürkek bir merakla ona karşı güçlü bir çekim hisseden Leon, editörü Helmut’un da ziyaretiyle birlikte yaratıcılığa, arkadaşlığa, aşka, arzuya dair türlü sancıların kıskacında, kendinden başka her şeye sımsıkı kapattığı gözlerini açmaya başlıyor. Tüm bunlar olurken bir orman yangını, Leon’un yaşamının ve romanının gidişatını belirlemek üzere hızla yaklaşıyor. 

İlk intiba? 

Petzold ile nefis bir kavuşma. Bu kez bir önceki filmi Undine’deki masalsı tondan bir miktar uzaklaşarak, yalın gerçekçiliğe dönmüş; kamerasını şehirden doğaya çeviriyor. Kurduğu görsel estetiğe diyecek yok. Farklı sinema türlerine de çengel atarak insan doğasının mağaralarına giriyor, anlayışlı tavrıyla kendine hayran bırakıyor yine. Müzik de filmde tıkır tıkır işleyen ögelerden biri zira Wallners’ın “in my mind” şarkısı, ilk saniyeyle beraber birazdan izleyeceklerimize dair güçlü bir ipucu veriyor; sonunda da “Ben demiştim.” diyor sanki.

Roter Himmel, yönetmenin bugüne dek komediden en fazla beslendiği işi; bunu izlemek çok zevkli. Hikâyenin odağındaki Leon’un, romanına dair umudundan ileri gelen öfkesini, duygularını erteleme eğilimini, özgüveniyle verdiği savaşı, beğenilme kaygısının tetiklediği kıskançlıklarını, içinde bulunduğu belirsizliğin buhranıyla kendini bir türlü rahat bırakmayışını, eğlenceli anlara dâhil olamayışını ve tüm bunların acısını pervasızca etrafındakilerden çıkarışını anlatırken kullandığı sarkastik üslup; insan ilişkilerindeki kırılgan temaslara dair geniş bir empati zemini yaratıyor. 

Her bir karakter ve bir karakter gibi davranan, ustalıkla tasarlanmış mekânların her biri, Leon’un egosunu yaralayan bir yere tekabül ediyor; hepsi hikâyedeki görevini layıkıyla yerine getiriyor. Evet Leon sinir bozucu, evet sürekli saçmalıyor ama yaşadığı her şey insani; çocuksu tepkilerinin sebebi kuyusundan taşıp aşkına ulaşmak isteği. Bu yüzden onu sevmekten kendimizi alamıyoruz; tıpkı Nadja gibi.

En çok neyi sevdin?

Hikâyeyi taşıyan iki karakterin ilişkilendirilme biçimini. Kadınları paramparça eden toksik erkeklik anlatılarının iyisiyle kötüsüyle fink attığı bir zamanda bu yola sapmadan; çıkmaza girmiş erkeğin karşısına ne istediğini bilen, hem yumuşaklığıyla, sevgisiyle saran hem de açıksözlülüğüyle sarsan, tolere edemeyeceği davranışlarla karşılaştığında sınırlarına sahip çıkan, güçlü duruşuyla hikâyenin yönünü değiştiren bir kadın koyma fikri ne güzel. Hem bu nazik romantizmi hem de karakterlerine has duyguları ilmek ilmek işleyen başrol oyuncularına bir alkış geliyor burada. Paula Beer, Transit ve Undine’den bildiğiniz gibi zaten, yine harika. Leon’un tüm komplekslerini bedeninin her milimetrekaresine giyen Thomas Shubert’i de yeniden izlemek için can atacağımı söyleyebilirim.

En az neyi sevdin?

Filmin ismini aldığı kızıl gökyüzüne sebep olan orman yangını, Leon’un içindeki ateşin bir temsili, bir metafor olarak iyi çalışıyor. Yönetmen bir yandan da yaklaşmakta olduğunu bildikleri, su taşıyan bir helikopter sesi veya üzerlerine dökülen küllerle her gün bir biçimde işaretini aldıkları hâlde yangını hiç umursamayan karakterleri eleştiriyor ancak kendisi de benzer bir yerden tuzağa düşüyor zannımca. Ekolojik krizle kurduğu bağlantıyı -hele ki Petzold duyarlılığında biri için- biraz yüzeysel buldum.

En çok hangi sahneye yükseldin? 

Sözcüklerin bir araya gelişindeki büyüyle, edebiyatın duygu yeşertme kabiliyetiyle yoğrulmuş bir film Roter Himmel. Leon’un romanına dair sahnelerin dışında, Nadja’yla tatlı editör Helmut’un sohbetlerinden de bunu takip edebiliyoruz. Nadja’nın en sevdiği şiir sorusunu yanıtladığı o birkaç dakikanın hissini hiç unutmam muhtemelen.

Kimler sever?  

Yazım sürecinin derin sızısını bilenler, empatiyi abarttığını düşünenler (benzer bir göz görmek iyi geliyor), Éric Rohmer ve Mia Hansen-Løve dünyalarından hoşlananlar ilk fırsatta koştursun. Bir de gulaş yemeyi sevenler.