2024: En iyi 75 film
İllüstrasyon: Sadi Güran
2024 her ne kadar pek parlak olmayan, hatta neredeyse vasat bir sinema yılı olarak aklımızda yer edinse de biz yine de geride kalan yılla hesaplaşmamızın sinema ayağında geleneği bozmadık ve 75 filmlik bir kayıt tuttuk. Seçkimiz, yapım yılı 2024 olan filmlerden oluşuyor ancak Türkiye gösterim takvimi gibi sebeplerle bu sene izleme imkânı bulduğumuz kimi 2023 yapımlarının da cazibesine karşı koyamadık, değerlendirmeye aldık.
İşte geniş Bant Mag. jürisine göre 2024 sinema yılı ve bize kalanlar…
75- Oddity
(Yön: Damian Mc Carthy)
Vahşi bir cinayete kurban giden kardeşinin intikamını alma peşindeki görme engelli, psişik güçlere sahip bir kadının hikâyesini anlatıyor Oddity. İrlanda yapımı, lanetlerle örülü bu intikam anlatısı; janrda yenilikçilik adına çok güzel işler çıkarıyor, klasiklerden doğru elementleri ödünç alıyor ama son çeyrekte senaryo işlememeye başlıyor ve izleyicisini sanki biraz dışarı itiyor. “Filmdeki o sahne!” dedirtecek ve akılda kalacak birkaç sahnesi olduğunu; ayrıca jumpscare sahnelerinin, mekân kullanımlarının ve Darcy karakteri de ayrı keyif verdiğini söylemeliyim. Geçmişine dönen yan filmleri yapılsa tadına doyum olmaz. J. Hakan Dedeoğlu
74- Le Comte de Monte-Cristo / The Count of Monte-Cristo
(Yön: Alexandre de La Patellière & Matthieu Delaporte)
Alexandre Dumas’nın klasik eserini modern bir sinema anlayışıyla yeniden yorumlayarak, intikam ve adalet kavramlarına derinlikli bir bakış sunma amacı güden The Count of Monte-Cristo; 1800’lerin başında Marsilya’da, haksız yere 14 yıl hapis yattıktan sonra intikam arzusuyla yanıp tutuşan Edmond Dantès’i takip ediyor. Köklerine sadık kalan anlatısını; dönemin atmosferini oldukça başarılı şekilde yansıtan bir sanat yönetimi, titiz bir sinematografi ve dramatik açıdan yoğun oyunculuk performanslarıyla taçlandıran yapımın görkeminden etkilenmemek güç. Elif Yılmaz
73- Thelma
(Yön: Josh Margolin)
Josh Margolin’in ilk uzun metrajı olan Thelma, yaşlılığın ağır yükünü bir aksiyon komedisine dönüştüren, kahkaha dolu ve dokunaklı bir hikâye. Uzun soluklu kariyerinin ilk Oscar adaylığını elde ettiği Nebraska’dan (2014) hatırlanabilecek June Squibb’in unutulmaz performansıyla hayat bulan 93 yaşındaki Thelma, dolandırıcılara karşı harekete geçiyor ve “imkânsız görev”lerini kendine has bir tarzla tamamlıyor. Mission: Impossible esintileriyle ilerleyen bu macera, yaşın getirdiği özgürlük savaşını akıllara kazıyor diyebiliriz. Meltem Demiraran
72- Longlegs
(Yön: Osgood Perkins)
Longlegs, okült bulguları olan çözülememiş bir seri katil vakasına atanıp, 70’lerden 90’lara uzanan satanist bir seri katilin peşine düşen bir FBI ajanını konu alıyor. Parladığı anlar var mı? Var. Açılış sahnesi çok etkileyici. Nicolas Cage’in karakteri çok iyi işlenmemiş ve bir dolu soru işareti bıraksa da kendisi göründüğü sahnelerde akılda kalıcı bir performans sergiliyor. Ancak filmin sorunlarından biri, varmış gibi yapsa da yenilikçi yanlarının pek olmaması. Havalı bir giriş, 70’lerin kült grubu T-Rex’e göndermeler ve “bakın Nicolas Cage’i neye dönüştürdük”lerle post-modern korku filmi olunmuyor. J. Hakan Dedeoğlu
71- Salve Maria
(Yön: Mar Coll)
Annelik kavramı hakkında yazmak isteyen genç yazar Maria ve 10 aylık ikizlerini küvette boğan Alice karakterleri arasındaki gergin ve komplike ilişkilenme biçimini anlatan Salve Maria, İspanyol yönetmen Mar Coll’un sinemasıyla tanışmak isteyenler için makul bir ilk adım. Film boyunca baş karakter María’nın psikolojik durumunu takip etmek, değişimini gözlemlemek düşüyor seyirciye. Mitolojik bir öykünün, takip etmesi güç olay ve durumlarını anımsatan rüya sahneleri; oldukça yaratıcı ve seyir zevkini yükselten cinsten. Beyza Yıldırım
70- Bikeriders
(Yön: Jeff Nichols)
ABD’de toplumsal değişimin ön plana çıktığı 1960’lı yıllarda ortalığı kasıp kavuran, işçi sınıfından çıkma bir motosiklet kulübünden yasa dışı işlerle haşır neşir, adı gasp, hatta cinayetle anılan bir suç örgütüne dönüşen motosiklet çetesi Vandals’ın üyelerinin çalkantılı yaşamlarına bakış sunan Jeff Nichols filmi. Bleak Beauty kurucularından olan ünlü foto muhabir Danny Lyon’ın, Chicago Outlaws Motorcycle Club ile geçirdiği süre zarfında kadrajına takılanları paylaştığı aynı isimli kitabına dayanması bakımından kurguyla belgesel tarzını iç içe geçiren Bikeriders, hem motorsiklet alt kültürünün enerjisini hem de karakterlerin içsel çatışmalarını işleyişi ilgiye değer. Burcu Teker
69- Cu li không bao giờ khóc / Ciu Li Never Cries
(Yön: Phạm Ngọc Lân)
Prömiyerini “Panorama” seçkisinde yaptığı 74. Berlinale’den GWFF En İyi İlk Film ödülüyle dönen Ciu Li Never Cries, akışı yer yer gerçekten zorlaması nedeniyle saate baktırıyor, evet. Öte yandan seyri dolu, ilginç ve kimi kareleri ve planlarıyla cidden her ânında tuhaf bir güzellik barındıran, aşırı gerçekçi olduğu kadar da büyülü gerçekçi bir yas süreci ve geleceğe yönelik buruk bir atılımın buruk tasvir edilmiş bir hikâyesi. Neredeyse meditatif bir film. Doğanın derinlikleri ve Hanoi’nin -gökyüzünün görmemize çok az izin veren- sokakları arasında gidip gelme biçimi de filme gerçeküstü ve neredeyse ruhani bir hava veriyor. Zeynep Naz Günsal
68- Saturday Night
(Yön: Jason Reitman)
Tüm zamanların en uzun soluklu TV şovlarından biri olan Saturday Night Live’ın (SNL) ilk yayını öncesinde yaşanan kaosu konu edinen yapım; programın yaratıcısı Lorne Michaels’ın tüm aksiliklere rağmen her şeyi kontrol altında tutmaya çalışma çabalarını izletiyor. Çok fazla olayı ve karakteri bu kadar kısa süreye sığdırmak kolay değil ve bazen ritim baş döndürücü hıza çıkıyor. Oyuncular, canlandırdıkları gerçek karakterlere bir taklitten öte, saygıyla eğilseler de film; yaklaşımının gerçekçi mi yoksa karikatürize olması gerektiğine yer yer karar verememiş gibi. Öte yandan Saturday Night Live’a ve bünyesinden çıkan isimlere ilginiz varsa, her halükârda eğlendiren bir seyirlik bu. Utkan Çınar
67- Shahid
(Yön: Narges Kalhor)
İran asıllı yönetmen Narges Kalhor’un, 2009 yılında siyasi sığınmacı olarak göç ettiği Almanya’da “şehit” anlamına gelen aile mirası soyisminden kurtulma mücadelesine, ataerkiye karşı gerçekleştirdiği feminist başkaldırıya tanıklık ediyoruz. Kendisi, Alman bürokrasisi ile belge savaşları verirken; ona musallat olma yöntemini seçen kahraman büyük büyükbaba ile onunla aynı fikirdeki bir grup arkadaşı da Kalhor’u bu inadından geri döndürmek üzere büyük efor sarfediyor. Shahid; müzikal, belgesel, animasyon gibi farklı türler arasında geçişi öyle ustalıkla kotarıyor ki tüm olasılıkların kullanıldığı, sık değişen biçim bizi bir an olsun anlatıdan koparmıyor, aksine algımızı her daim tetikte tutuyor. Burcu Teker
66- La Cocina
(Yön: Alonso Ruizpalacios)
Bol ödüllü Meksikalı yönetmen Alonso Ruizpalacios’un prömiyerini Berlinale’de gerçekleştiren, Arnold Wesker’in 1957 tarihli tiyatro oyunundan uyarlama son işi. Manhattan’daki ünlü bir restoranın mutfağı ve o mutfağın can damarlarını bir araç olarak kullanarak toplumsal sorunlar ve kapitalist sisteme ayna tutuyor La Cocina. Kasadan kaybolup bir şekilde, döne dolaşa kimin cebine girdiği belli olmayan 800 dolar ise filmin üzerine kurulu olduğu fikir ile kaotik mutfaktaki tansiyonu ateşleyen fitil işlevinde. En çok da yürek sıkıştıran atmosferi servis etme şekliyle, görüntü yönetmeni Juan Pablo Ramírez’in yeteneğinin vitrini âdeta. Burcu Teker
65. Beetlejuice Beetlejuice
(Yön: Tim Burton)
Orijinal filmden 36 yıl kadar sonra, yine Tim Burton yönetmenliğinde ve orijinal kadroya kimi dikkat çekici eklemelerle çekilen Beetlejuice Beetlejuice nihayet teşrif etti. Benzeri çok fazla girişimin öncekilerin mirasını yerle bir ettiğini düşünürsek, kendini bundan öyle veya böyle sıyırabilmiş; tüm defolarına rağmen elle tutulur bir devam filmi olduğu ortada. Winona Ryder -ki kendisine en çok yakışan rolü olduğunu düşünmekteyim- ve pek sevdiğim Catherine O’Hara burada da filmin en ilgi çekici yanlarını oluşturuyor. Hafızayı tazelemekte yarar olduğunu, ilk filmle arka arkaya izleyince keyif alabildiğinizi de belirtelim. Utkan Çınar
64- Sayyareye dozdide shodeye man / My Stolen Planet
(Yön: Farahnaz Sharifi)
Dünya prömiyerini Berlinale’nin Panorama bölümünde yapan My Stolen Planet; İran’da hicap zorunluluğuna karşı çıkan kadınların mitinglerini ve bir zamanlar herkesin dilediği gibi yaşadığı günlerden çeşitli aile kutlamalarının 8mm görüntülerini, ülkenin günümüz baskıcı atmosferiyle mukayese ediyor. Başkalarına ait kayıp video kayıtlar üzerinden ilerleyen Farahnaz Sharifi’nin arşivi zamanla kaybolurken kişisel bir gezegenin sınırları kayıp videolar evreninde çizilmek üzere etkileyici bir hikâyeye dönüşüyor. İslam Devrimi dönemi dünyaya gelen Sharifi’nin devrimin ardından kadın mücadelesini anlattığı belgesel, yaratıcı kurgusuyla hafızalarda uzun süre yerini koruyacak cinsten. Zelal Buldan
63- When It Melts
(Yön: Veerle Baetens)
Lize Spit’in 2016 tarihli The Melting adlı romanından uyarlanan When It Melts, zamana yayılmış bir büyüme hikâyesi anlatıyor. Sundance Film Festivali’nden Dünya Sineması Özel Jüri Ödülü – En İyi Performans ile dönen filmde baş karakter Eva’nın şimdiki zamanı ve çocukluğu arasında, yaşadığı küçük kasabaya gidip geliyoruz. Kişisel olarak çok sert bir yerden tutup, sizi çekebilecek sahneler içermesi sebebiyle ufak bir hassasiyet uyarısı yapmak gerekli. Çocuk olanın ve çocukluğun belleğine indirirken, kurtarıcı bir yüzleşmenin yanı sıra uzun bir mide bulantısına da sebep olabilir. Beyza Yıldırım
62- Crossing
(Yön: Levan Akin)
Trans kadın olduğu için ailesi tarafından reddedilip Gürcistan’dan Türkiye’ye kaçmış yeğeni Tekla’dan yıllar sonra af dilemek isteyen emekli öğretmen Lia ve boğucu yaşamından özgürleşme hayaliyle ona katılan Achi adındaki gencin Tiflis’ten İstanbul’a uzanan yolculuğunu takip ederken, İstanbul’da avukatlık yapan bir başka trans kadın olan Evrim’in dünyası üzerinden seçilmiş ailelerin içindeki güven ve dayanışmayı kutluyor Crossing. Gürcüce ve Türkçenin cinsiyetsiz diller olduğu hatırlatmasıyla başlayan film; kültürler, kimlikler, kuşaklar ve duyguların çizdiği hatlardaki geçişlerle inşa edilmiş, umudu yitirmeyi aklından bile geçirmemiş bir anlatı koyuyor seyircisinin önüne. İlayda Güler
61- Didi
(Yön: Sean Wang)
2008 yazında, liseden önceki son tatilini geçiren 13 yaşındaki Chris, Tayvanlı kökleriyle Amerikalı kültürü arasındaki dengeyi bulmaya çabalıyor. Kaykay sürmeyi, ilk aşkın heyecanlarını ve çevrimiçi dünyada kendini ifade etmeyi keşfederken; annesiyle kompleks ilişkisini yeniden tanımlamak ve arkadaşlarıyla bağlarını da güçlendirmek üzere. Ergenliğe yazılmış yarı otobiyografik bir aşk mektubu olan bu dokunaklı coming of age hikâyesi; aile, kimlik ve kendini keşfetme temalarını ekseninde dolanıyor, dünyadaki yerimizi daha iyi anlamaya dair sorularla baş başa bırakıyor. Ulaş Dağ
60- Armand
(Yön: Halfdan Ullmann Tøndel)
Karanlık ve kasvet dolu bir okul gününde yaşanan bir skandal. Film, iki çocuk arasındaki muğlak bir olayı alıp tam bir sinir harbine dönüştürüyor. Tabii ortada çocuk falan yok çünkü biz onları değil, büyüklere has trajik komediyi izliyoruz. Renate Reinsve’nin sinir krizine girmesi mi yoksa okulda kendiliğinden patlayan burun kanamaları mı daha absürt karar vermek güç. Bir noktada, “Bu kadar kasvetle ne yapacağız?” diye sormak isterken, yönetmen bize istemeden Norveç minimalizmiyle “Cevap aramayın, hissetmeye bakın” diyor. Özetle, film bize çocuklardan çok, yetişkinlerin dramlarının daha korkutucu olduğunu; bir de yağmur altında ağlamanın insana iyi geldiğini hatırlatıyor. Meltem Demiraran
59- Tereddüt Çizgisi
(Yön: Selman Nacar)
Ceza hukuku savunma avukatı olan Canan’ın gündüz vakitleri adliye koridorlarında, geceleri ise solunum cihazına bağlı annesinin yattığı hastanede mekik dokumasını izleten Tereddüt Çizgisi; annesinin, hâkimin ve sanığın hayatını etkileyecek ahlaki bir tercih yapmak durumunda kalması ekseninde, Canan’ın tereddütleri üzerinden inşa ediyor dramatik çatışmalarını. Yönetmen Selman Nacar, İki Şafak Arasında’da olduğu gibi baş kahramanını soluksuz bir tempo içinde her an yeni bir ikilemle yüzleştiriyor. Kişisel çatışmaların ve zor seçimlerin yarattığı gerilim, alınan her bir kararın yükünü seyircisine de hissettirmeyi başarıyor. Elif Yılmaz
58- Leurs enfants après eux / And Their Children After Them
(Yön: Ludovic Boukherma, Zoran Boukherma)
1992’den 1999 yazına kadarlık bir süreci, Fransa’nın küçük bir kasabasında yaşayan üç genç üzerinden anlatan And Their Children After Them; hayallerin başlangıcını, yaşanışını ve bitişini çocuk dünyasının isyankâr çerçevesinde ele alıyor. Nicolas Mathieu’nun aynı isimli romanından uyarlanan, aşka dair söyleyecek çok sözü olan bu büyüme ve büyütme hikâyesi; mutlu son sözü vermediğini henüz ilk andan hissettirse de umudu da koruyor. Zelal Buldan
57- The Shrouds
(Yön: David Cronenberg)
Body horror ve teknolojinin insan deneyimi üzerindeki etkilerini keşfetmeye The Shrouds ile devam eden David Cronenberg; bu kez sadece ölüm ve yas temalarına yeni bir bakış sunmakla kalmıyor, aynı zamanda gelecekte bu kavramların nasıl ticari bir deneyime dönüşebileceğini ürkütücü bir şekilde ele alıyor. Kimilerine göre beden korkusunun karanlığına pek de dalınmamış, hatta film yer yer “Çürüyen bir bedeni neden izlemek isteyelim ki?” sorusuna yeterince güçlü bir yanıt verememiş olabilir. Aslında burada neden ya da sonuç aramamak gerekiyor belki de. Maksat, gizemi çözmektense bu belirsizlikle yaşamak gibi. Meltem Demiraran
56- The Wild Robot
(Yön: Chris Sanders)
İnsanlığa yardımcı olmak için tasarlanan Roz, elim bir gemi kazası sonucu yalnızca hayvanların yaşadığı ıssız bir adaya sürüklense de etrafta kendisine görev verecek kimsenin olmaması onu programlarına bağlı kalmaktan ve kimsesiz bir kaz yavrusuna göz kulak olmaktan alıkoymuyor. Seslendirme kadrosunda Lupita Nyong’o, Mark Hamill, Pedro Pascal, Bill Nighy, Kit Connor gibi ışıldayan isimlerin olduğu yapımın canlandırma üslubu “Miyazaki ormanında bir Monet tablosu” olarak tanımlanıyor. Peter Brown’ın kitap serisine dayanan The Wild Robot, kalp ısıtan cinsten bir animasyon. Burcu Teker
55- MaXXXine
(Yön: Ti West)
Hollywood’un epeyce kalabalık kapısının önünde içeri girmeyi bekleyen Maxine, gençliğinin ve o çok inandığı yeteneğinin özgüveniyle beliriyor ilk olarak. Kadınların yaş aldıkça ekmek gibi kuruduğunun, şarap gibi yıllanamadığının belirtildiği bu sektörde bir audition sahnesiyle Maxine yeteneğini kanıtlıyor. Bütün bu özgüvenin sarsılmaması ve dikkatinin dağılmaması için ise geçmişinden kurtulması gerek. Bu aşamada Ti West; X ve Pearl filmlerindeki mesajlarını öylesine ustalıkla dâhil ediyor ki zaman zaman üç filmi aynı anda izliyormuş hissiyatı veriyor. Zelal Buldan
54- My First Film
(Yön: Zia Anger)
Sinema ve video sanatındaki üretimlerinin yanı sıra Angel Olsen, Mitski, Beach House gibilerine çektiği video kliplerle de tanınan Zia Anger imzalı My First Film; başarısızlığın, kırılganlığın ve “gerçek mi değil mi?” dedirten anlatıların tam ortasında, cesur bir yolculuk. Anger’ın tarzı; ağır ve derin temalarına rağmen mizah ve dürüstlükle dolu. Evet, sanatı eleştiren ama aynı zamanda kendine gülen biri var karşımızda. Karakterlerini romantikleştirmek ya da onların kusurlarını gizlemek gibi bir derdi yok; özellikle de Vita’yı. Bu, My First Film’in gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor ve izleyiciye de “Haydi gelin, hep birlikte hatalarımıza bakalım” diyor. Meltem Demiraran
53- Jouer avec le feu / The Quiet Son
(Yön: Delphine Coulin, Muriel Coulin)
Sıradan, mütevazı bir yaşam sürmekte olan bir ailede bir ferdin radikalleşmesiyle dengelerin altüst olduğu The Quiet Son’da, ailedeki yoğun ve şiddetli iç çatışmalar odakta. Coulin Kardeşler, hikâyeyi büyük bir siyasi ikilem üzerine kurarken, ustalıkla ahlaki yargılardan ve politik tartışmalardan uzak tutmayı, kişisel bir anlatı çizgisinde ilerletmeyi başarıyor. Öyle ki aklımızda kalan soru “Doğru ya da yanlış nedir?” değil, “Tüm bu yaşananlar önceden fark edilebilir, önlenebilir miydi?” oluyor. Olcay Özer
52- Witches
(Yön: Elizabeth Sankey)
Tarih boyunca türlü coğrafyada gerçek olduğu rivayet edilen cadılık müessesesinin popüler kültürdeki yansımaları ile doğum sonrası dönemde gelişen ruhsal sıkıntılar arasındaki ilgi çekici bağlantıyı kurcalayan kişisel bir belgesel. Cadı arketipi – annelik – mental sağlık kavramlarının kesişim kümesine konumlanan kamera, gerçeklikten cadıların sinematik tasvirlerine, süregelen yüzüstü bırakılma, kınanma, sindirilme ve damgalanma olgularını modern bir metafora dönüştürerek ele alıyor. İngiliz sinemacı Elizabeth Sankey, oğlunu dünyaya getirmesinin ardından tecrübe ettiği içsel çatışmalardan yola çıkarak kadın temsiline dair simgesel yönü kuvvetli, esaslı bir söylem ortaya koyuyor. Burcu Teker
51- Civil War
(Yön: Alex Garland)
Birleşik Krallık’tan çıkmış en yaratıcı zihinlerden Alex Garland’ın son filminin arka planında, üç dönemdir yerini koruyan bir ABD başkanının ve dolayısıyla Pentagon’un devrilmesini amaçlayan, federasyon kuvvetleri tarafından kendi silahlı güçleriyle desteklenen bir iç savaş var. Devletlerin kendilerinden nasıl küçük hizipler yarattıkları ve “en güçlünün” artık esamesinin okunmadığı bir gelecekte güvensiz hisseden yurttaşların nasıl bir hükümete derin yarıklar attığını anlıyoruz. Belki de seziyoruz demeli, çünkü Garland ayrıntılarla ilgilenmiyor. Sivil ayaklanmaların çıkış noktasını sanki güzel bir hayal olarak izleyicisine bırakıyor; bu da temposu yüksek, bolca gerilim aksı ve takip sekansı yüklü filmi bence derinleştirmek yerine ağırlaştırıyor. Esin Çalışkan
50- Keyke mahboobe man / My Favourite Cake
(Yön: Maryam Moghadam & Behtash Sanaeeha)
Tahran’da ikamet eden 70 yaşındaki Mahin, kocasının ölümünden ve kızının Avrupa’ya yerleşmesinden beri yalnız bir hayat sürdürse de ikinci bahar umudunu yeniden yeşertmeye kararlı. Yeni bir aşk arayışına girişiyor ve emeklilerin uğradığı bir restoranda tanıştığı taksi şoförü Faramarz’la beklenmedik bir samimiyet kuruyor. Berlin Film Festivali’nde FIPRESCI ve Ekümenik Jüri Ödülü’ne layık görülen My Favourite Cake, geç keşfedilen romantizmi hem mizahi hem de dokunaklı bir dille aktararak “yaşla hiçbir ilgisi olmayan” mutluluğun izini sürüyor; bir yandan da baskıcı İran rejimine lafını hiç esirgemiyor. Elif Yılmaz
49- Le Deuxième Acte / The Second Act
(Yön: Quentin Dupieux)
Florence, erkek arkadaşı David’i babası Guillaume ile tanıştırmak istiyor. David ise hiçbir şey hissetmediğine emin olduğu Florence’den kurtulmak için onu yakın arkadaşı Willy ile tanıştırmak istiyor. Klişe bir aşk filmi hikâyesi gibi, değil mi? Tabii ki değil. Bu filmde hiçbir şey klişe değil, hiçbir şey gerçek değil ve hiçbir şey kurmaca değil. En azından son sahneye kadar neyin gerçek, neyin kurmaca olduğu hiç ama hiç belli değil. Quentin Dupiex, The Second Act ile izleyiciyi her an şaşırtmayı ve merakı diri tutmayı başarıyor. Bazen filmlerin, masalların, şarkıların gerçek hayattan daha sahici gelişi ve gerçek hayatın daha kurmaca ilerleyişi üzerine düşündürüyor. Zelal Buldan
48- Cong jin yihou / All Shall Be Well
(Yön: Ray Yeung)
Berlinale’den Teddy Ödülü ile dönen film; 60’lı yaşlarının ortalarında, uzun yıllardır huzurlu bir beraberlik yürüten iki kadının, Angie ve Pat’in öyküsüne odaklanıyor. Pat’in beklenmedik ölümüyle birlikte ilk başta ortak dostlarından ve Pat’in ailesinden duygusal destek bulan Angie, zamanla su yüzüne vuran miras kavgalarının ortasında yaşamayı bildiği tek hayatın yitip gidişine tanık oluyor. Kolaylıkla melodrama kayabilecek film, yönetmen Ray Yeung’un modern Hong Kong toplumuna dair keskin gözlemleri ve oyuncularının parıltılı performanslarıyla kendimizi her koşulda yeniden keşfedebileceğimizi anımsatıyor. Yiğit Atılgan
47- Conclave
(Yön: Edward Berger)
Conclave’ın konusuna baktığınızda biraz tereddüt etmeniz doğal; papalık seçimini konu alan bir yapımdan tat almak kolay olmayabilir diye düşünebilirsiniz. Ancak Edward Berger bu konuyu âdeta 70’lerden bir casus veya politik-gerilim filmi tadında işliyor. Bunu da düşük tonlu, “sessiz” oyunculuklarla bezeyerek oldukça ilgi çekici bir atmosfer yaratıyor. Vatikan’ın senkrona, düzene ve kurallara dayalı yapısı; sinematografiye gayet tadında yedirilmiş. Piyanosuyla yaptığı deneylerle tanıdığımız Hauschka’nın müziği de cuk oturuyor filme. Tek eleştirimiz belki ritmine olabilir. O kadar entrikanın kucağındayken çözülümün biraz oldu-bittiye geldiği, iki saatlik sürenin yetemediği bir yapım. Utkan Çınar
46- Embryo Larva Butterfly
(Yön: Kyros Papavassiliou)
Zamanın lineer değil gelişigüzel aktığı bir dünyada, bir çiftin ilişkisi hem geçmişe hem âna hem de geleceğe dair sınanıyor gözlerimizin önünde. Bir gün 23, bir gün 47 yaşında uyandığınız bir yaşam elbette zor. Üstelik böyle bir yaşamın ortasında bir ilişki sürdürmek daha da zor. İşte Penelope ve İsodoros da bunu yaşıyor. Birbirlerine her gün sordukları sorular var. “Hamilelik? Şu an. Boşanma? Gelecek.” Bu sorularla bir önceki gün hayatlarının hangi noktasında olduklarını anlatıyorlar birbirlerine. Hem senaryo itibariyle hem de görselliğiyle çok ince düşünülmüş filmi, Yunan Yeni Dalgası meraklıları mutlaka izleme listelerine yazmalı. Meltem Demiraran
45- Between the Temples
(Yön: Nathan Silver)
Eşinin ölümünden bir yıl sonra hâlâ dağılmış bir hâlde olan, inancını sorgulamasına rağmen bir sinagogda koro şefliği yapmaya devam eden Ben ve yıllar sonra karşılaştığı ilkokul müzik öğretmeni Carla’nın inanç, kayıp, kararlar ve aile hakkında hem kendilerine hem bize yönelttiği sorular ve düşe kalka verdiği cevaplarla ilgili Between the Temples. Carol Kane kocaman gözleri, kabarık kıvırcık saçları, çatallı sesiyle “eksantrik” kelimesinin sözlük karşılığı âdeta. Schwartzman’la olan diyaloglarının akıcılığıyla, gerçekçiliğiyle akılda kalıyor film. Komedi, ironi, sıcaklık ve dramın tam dozunda olduğu bir kış filmi arayanlar kaçırmasın. Elif Öz
44- April
(Yön: Déa Kulumbegashvili)
Prömiyerini yaptığı 81. Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kucaklayan yönetmen Déa Kulumbegashvili’nin, Gürcistan’ın doğusundaki bir kliniğin önde gelen jinekoloğu Nina’yı merkeze koyduğu ikinci uzun metrajı April, bu yılın dikkat çekici yönetmenlik beyanlarından. Kulumbegashvili -çıkış filmi Beginning’de de kullandığı- imzası olmaya aday mesafeli film dilini korurken, acımasızlık ve dehşetin sakin tasviri, bir dakika sonrasının kestirilemediği tedirginlik atmosferinde izleyiciyi ilk andan itibaren anlatıya kontrast gerçeküstü bir çelişki vesilesi ile yakalıyor ve asla bırakmıyor. Burcu Teker
43- A Real Pain
(Yön: Jesse Eisenberg)
Yazdığı, yönettiği ve Kieran Culkin ile başrollerde birbirinin 180 derece zıttı iki kuzene hayat verdiği filminde Jesse Eisenberg, “Kederle Başa Çıkabilmenin Farklı Yollarına Giriş 101” dersi veriyor. Holokost’tan kurtulmuş merhum büyükannelerinin mirasını yâd etmek için Polonya’da bir tura katılan ikili, yüzleşilen acılar içe akıtılıp filtresiz bir çılgınlıkla maskelenmeli mi yoksa basitçe yaşantıya devam etmenin yollarına mı odaklanmalı ikilemine vücut bulduruyor âdeta. Mizah, bir illüzyon malzemesi olarak kullanılsa da temelde yarattıkları duygu fırtınası izleyiciyi bir o yana bir bu yana savuruyor film boyu. Burcu Teker
42- Les femmes au balcon / The Balconettes
(Yön: Noémie Merlant)
Yönetmen Noémie Merlant’ın, senaryosunu Céline Sciamma’yla birlikte kaleme aldığı The Balconettes’te Sciamma’nın özgün kalemi derinlikli karakterlerle birleşerek toplumsal cinsiyet, kimlik ve cinsel şiddet temalarıyla bir başkaldırı hikâyesi anlatıyor. Fransa’nın banliyölerinde farklı hayatlar süren ama kaderleri kesişen üç kadının, apartmanlarındaki balkonlarında kurdukları dostluk ve yoldaşlık üzerine kurulu anlatının mizahı tavizsiz; dayanışma daveti ise kaçınılmaz! Esin Çalışkan
41- Inside Out 2
(Yön: Kelsey Mann)
Pixar’ın en sevilen animasyonlarından Inside Out’un tam dokuz yıl sonra gelen devam filminde, 13 yaşına girerek ergenliğin kurdelesini kesmiş bir Riley ile karşılaşıyoruz. Bedeninde tuhaf değişimler oluyor, zihnindeki dağınıklık odasına da yansıyor, annesine babasına daha sık öfkeleniyor. Hayat bugüne kadar sandığı şey değil galiba. Bir “devam filmi”nden beklentiyi yeterince karşılayan, duyguların işlevi ve birbiriyle ilişkilerine dair zihnimizde oluşan karmaşık yapıları olabildiğince sadeleştiren, zekice esprileriyle çok eğlendiren ve tüm sahiciliğiyle Riley üzerinden kendimize şefkatli bir biçimde bakmamızı sağlayan bir iş olmuş Inside Out 2. İlayda Güler
40- Vermiglio
(Yön: Maura Delpero)
Maura Alpero’nun Vermiglio’su, savaşın gölgesindeki İtalyan Alpleri’nde sıradan insanların gündelik mücadelesine dair incelikli bir anlatı. Sinematograf Mikhail Krichman’ın büyüleyici kadrajları ise dağların ihtişamını ve köy yaşamının yalın gerçekliğini birer tabloya dönüştürüyor. Lucia karakterinin gözünden aktarılan bu hikâye, toplumun sessizce dayattığı cinsiyet rollerine karşı bir başkaldırı. Alıştığımız dramatik anlatı kalıplarından sıyrılarak, hayatın anlık kararlarının ve sessiz değişimlerinin bir portresini izliyoruz. Odağımızda ise bireysel umutların filizlenişi var. Meltem Demiraran
39- Dargeçit
(Yön: Berke Baş)
1995’te Mardin, Dargeçit’te oğulları ve kardeşleri devlet güçlerinin elinde kaybolan ailelerin yaşadıkları; yıllardır Türkiye’deki cezasızlık, geçmişle yüzleşme, çatışma çözümü, adalet ve hakikat arayışı üzerine birçok tartışmaya kapı açmakta. 43. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Belgesel ödülüne uzanan, Berke Baş’ın yönettiği Dargeçit, ancak 2015’te başlayabilen ilgili davanın duruşmalarını takip ediyor; yargının faillere karşı cezasızlık politikası ve tüm bu adaletsizlikler karşısında kayıp yakınlarının hukuk mücadelesini gözler önüne seriyor. Süreci ve yitirilmeye çalışılan hafızayı irdelerken, etkileyici bir belgesel sinema örneği ortaya koyuyor. Merdan Çaba Geçer
38- Good One
(Yön: India Donaldson)
India Donaldson’ın Sundance ve Cannes’ın Yönetmenlerin On Beş Günü seçkisine giren ilk uzun metrajı, şehirden uzaklaşıp sırt çantalarıyla dağlara çıktıkları üç günlük gezide babasına ve onun en eski arkadaşına eşlik eden Sam’in, kendini iki yetişkinin erkeğin egoları arası arasında bulmasıyla şekilleniyor. “Sonu nereye bağlanacak?” diye merakla beklenen, tam beklentiyi yitirmeye yaklaşırken sessiz bir tokat atan filmler diye bir liste olsaydı; bu film adını ilk sıralara yazdırırdı. Lily Collias’ın yüzündeki her bir mimik, filmi tekrar izletmeye yeter. Zelal Buldan
37- Flow
(Yön: Gils Zilbalodis)
Animasyonun imkânlarını tadını çıkara çıkara kullanan, zamanın ruhunu her saniyesinde taşıyan sinematik bir meditasyon. Suların durmaksızın yükselerek yaşam alanlarını yok ettiği bir dünyada, diğer türlerle iş birliği hâlinde hayatta kalmaya çalışan bir siyah kediyi takip ediyor Flow. Acelesizliği, hayvan davranışlarını resmetme becerisindeki eğlencesi ve daha pek çok parlak fikriyle izleyiciyi bağlarken; zihnin gerisindeki eko anksiyeteyi de çaktırmadan tetikliyor. Kadrajlarında, kurgu tekniğinde, gerçekçi olmamayı tercih eden çizim dilinde görünen video oyun estetiği, bu alanın sanatla kurduğu ilişkiye dair iyi bir örnek sunuyor. Keşke müzikleri de biraz daha yaratıcı olsaydı. İlayda Güler
36- Kinds of Kindness
(Yön: Yorgos Lanthimos)
Lanthimos’un şiddet, manipülasyon ve psikoseksüel hazlar gibi favori temaları ve bedensel tahribatlara karşı soğukkanlılığını koruyan karakterlerine alışık seyirciler için Kinds of Kindness yaklaşık üç saatlik bir zevki sefa şöleni. Yönetmenin özellikle Poor Things ile ayyuka çıkan global şöhretiyle büyülenmiş anaakım izleyici için Kinds of Kindness’ın zorlayıcı bir seyir tecrübesi yarattığını söylemek mümkün. Lanthimos için dönemdaşı Wes Anderson gibi kurduğu dünya nedeniyle filmleri arasında bir ayrım yapılamayacak noktaya gelebilme ihtimaline dair minik bir şüphe uyandırsa da enerjisi ve duygusu hâlâ yüksek ve dünyanın sonunun gelmesine, insanın yok olacağı güne dair arzusu her zamanki gibi capcanlı. Melikşah Altuntaş
35- Kneecap
(Yön: Rich Peppiatt)
Belfastlı öğretmen JJ, kendilerini serseri olarak konumlayan Naoise ve Liam Og’nin yörüngesine girdiğinde, İrlandaca müzik yapan bir hip hop grubunun temelleri atılır ve ana dili kurtarmaya yönelik bir hareketin kısa zamanda öncüleri hâline gelirler. İrlanda’nın bu yılki Oscar temsilcisi olan Kneecap; kara mizahı elden bırakmayan, hem politik hem eğlenceli hem de baştan sona müzikle dolu bir film. Glastonbury’de de sahneye çıkan Kneecap’in adını daha çok duyacağız gibi. Son numaraları Fine Art’ın 2024: En iyi 100 yabancı albüm listemizde de yer aldığını hatırlatalım. Korcan Derinsu
34- C’est pas moi / It’s Not Me
(Yön: Leos Carax)
Leos Carax’ın son filmi, kendine bakmaya çalışan ama sürekli başka bir yere dönen bir yüz gibi; bir görüntü var ama o görüntü hep başkası. Caroline Champetier’nin ışıkla inşa ettiği o gölgelerde sahneler dağılırken, bir anlam kuruluyor mu yoksa baştan mı çöküyor, bilmek mümkün değil. Müzik bir şey anlatıyor, sonra sessizlik geliyor ve onu yalanlıyor; karakterler var ama yok, sorular soruluyor ama cevapları daha sorulmadan unutuluyor. Kimlik, orada gibi ama uzansan eline batıyor. Hem her şey hem hiçbir şeyin bu yıl perdedeki en şık evliliği. Esin Çalışkan
33- Zielona granica / Green Border
(Yön: Agnieszka Holland)
Agnieszka Holland’ın uzun bir araştırma sürecine, sayısız söyleşiye ve tanıklığa dayanan kurmaca filmi, Belarus ve Avrupa Birliği sınırındaki mülteci krizine odaklanıyor. Belarus diktatörü Alexander Lukashenko’nun kişisel politik ikbali için yaptığı manipülatif hamlelerle arafta sıkışan karakterlerin, genç bir aktivistin, bir sınır muhafızının ve Suriyeli bir ailenin kaderleri kesişiyor. Filler tepişirken çimler eziliyor. Polonya’daki birçok sinemada filme dair bir nefret kampanyası ateşleyen hükümetin, devletin resmî pozisyonuna dair açıklama metni eşliğinde gösterilen yapım; gişede büyük bir başarıya ulaşırken kamuoyunu ortadan ikiye böldü. Yiğit Atılgan
32- Tuesday
(Yön: Daina Oniunas-Pusic)
Hayal edin: Ölüm, geri dönüşü olmayan bir hastalığın pençesindeki evladınız için konuşan bir kuş kılığında gelse ne yapardınız? Julia Louis-Dreyfus’un tesirli bir performansla hayat verdiği acılı anne Zora ve sağlığı artık kritik bir aşamada olan kızı Tuesday, bu büyülü gerçekçi hikâyede ölüm mefhumunu enine boyuna sorgulamamıza kapı aralıyor. Yürek dağlayan bir masal tadındaki anlatı; kaçınılmaz sonlar, sevdiklerimizi kaybetmeye dair korkular ve hayatın beklenmedik virajlarına karşı direnç göstermenin derin anlamları üzerinden, gözyaşı pınarlarımıza fazlasıyla (ve layıkıyla) teşebbüs ediyor. Merdan Çaba Geçer
31- Trei kilometri până la capătul lumii / Three Kilometres to the End of the World
(Yön: Emanuel Parvu)
Romanya’nın Tuna kıyısında küçük bir köye, ailesinin yanına tatile gelen Adi; homofobik bir saldırıya uğruyor ve film bu daracık alanda oldukça sıkışan Adi’nin dünyasında nefes aldırmaya çalışıyor. Adi’nin kendisine saldıranlardan şikayetçi olmaması için bir araya gelenler; aile baskısının, hiyerarşinin, dini yasakların birer temsilcisi oluyor. Prömiyerini yaptığı 77. Cannes Film Festivali’nden Queer Palm ile ayrılan yapım, sessiz bir çığlığın yankısını duyurmayı fazlasıyla başarıyor. Adi’nin o köyden çıkıp özgürlüğüne ve kendine ulaşması için kısacık bir deniz yolunu geçmeyi başarmasını umut ettirerek geçiyor film. Kısacık ama upuzun bir yol. Zelal Buldan
30- Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri
(Yön: Murat Fıratoğlu)
Borç batağına saplanmış tarım işçisi Eyüp’ün yevmiye ödemesini geciktiren işvereni Hemme’nin peşinde bir gün boyunca Siverek sokaklarını arşınladığı film, yönetmen Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı. Venedik’ten Jüri Özel Ödülü alan ve muhtelif ulusal festivallerden en yüksek payeyle ayrılan film, ağır konusuna rağmen sakin temposu ve sade anlatımıyla sinemada görmeye alıştığımız zoraki dram ve gerilimleri ters yüz ediyor. Eyüp kameranın önünden yürüyüp giderken sokaklar, avlular, tarlalar ve günlük hayatın rutini yerli yerinde kalıyor. Yiğit Atılgan
29- Ainda Estou Aqui / I’m Still Here
(Yön: Walter Salles)
Brezilya’nın askeri diktatörlük döneminde zorla alıkonulan eşi Rubens Paiva’yı arayan Eunice’in trajedisi üzerinden, bireysel ve toplumsal hafıza ikiliğine kafa uzatan Walter Sallers, maharetli bir dille kalplere dokunmayı başarıyor. Hâlâ orada olmayanların izini sürerek hem de. Film, Eunice’in bu kayıpla yüzleşirken anne kimliğinden sıyrılıp bir aktivist, avukat ve insan hakları savunucusuna evrilişini merkeze alıyor; her ebeveynin taşıdığı ama yalnızca birkaçıyla sınanan, o ağır ve dönüştürücü cesaretle. Esin Çalışkan
28- I Saw the TV Glow
(Yön: Jane Schoenbrun)
Geçtiğimiz Sundance Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden biri olan, A24 yapımı I Saw the TV Glow; bir televizyon dizisine tutkuyla bağlanan iki arkadaşın adım adım gerçeklikten kopmasını anlatıyor. Sınıf arkadaşı Maddy, banliyöde hayatını sürdürmeye çalışan ve neredeyse hiç arkadaşı olmayan Owen’ı “The Pink Opaque” isimli diziyle tanıştırınca olaylar gelişiyor. Dolu alt metni, sinematografisi ve müzikleriyle yılın “ilginç” işlerinden. Korcan Derinsu
27- Une langue universelle / Universal Language
(Yön: Matthew Rankin)
Dünya iki nokta arası kadar bir mesafe kaplıyor gibi, uzak ve yakın hep bir arada hep şu anda. Matthew Rankin filmi Universal Language, mesafelerin arasında bir durakta belirlediği gerçeküstü mekânını dünyanın absürtlüğü ile buluşturuyor. Dillerin yapısı gibi filmde de kahramanların birbirleriyle rastlaşmaları kendi bağlantılarını, anlamlarını oluşturuyor film boyunca. Sezen Sayınalp
26- Babygirl
(Yön: Halina Reijn)
90’lı yılların erotik gerilimlerine benzeyen paketinden psiko-seksüel bir bulmaca çıkaran Babygirl; teknoloji geliştirme şirketi CEO’su işkolik Romy’nin, örtülü fantezilerini canlandıran şirket stajyeri Samuel’le yasak ilişkisine odaklanıyor. Karmaşık bir yapı içerisinde kurguladıkları karakterlere kendi fikirlerini dayatan yazar ve yönetmenlerin dışında kalmayı başaran Halina Reijn, üzerine konuşması zor tabuları sinemasal bir beceriyle ve cesaret isteyen şekilde tartışmaya açmaktan çekinmezken; Nicole Kidman da fiziksel ve ruhsal zorluklar barındıran rolünün altından başarıyla kalkarak izleyicisini erişilmesi zor bir ustalık gösterisine tanık ediyor. Melikşah Altuntaş
25- Pigen med nålen / The Girl with the Needle
(Yön: Magnus von Horn)
True-crime türünün en koyu tonlarını kullanmaktan çekinmeyen Magnus von Horn’un bu kasvetli uzun metrajı, Karoline karakteri özelinde cesaret ve hüzün dolu bir varoluş mücadelesi olarak özetlenebilir. Ancak filmdeki anlatı, bir kişi özelinde değil; topluma yönelik bir bakış da sunuyor ve kriz dönemlerinde artan şiddeti konu ediyor. Toplumsal ayrışmanın şiddet ortamını nasıl derinleştirdiği ve kadınlar ile çocukları “harcanabilir” hâle getirip değersizleştirdiğine dair bir başka coğrafya ve dönemden kesit sunuyor. Biçem Kaya
24- Soundtrack to a Coup d’Etat
(Yön: Johan Grimonprez)
Kongo’nun bağımsızlık mücadelesinin simgesi olan Patrice Lumumba’nın 1961’deki suikastının perde arkasındaki siyasi hamleler, yönetmen Johan Grimonprez’in etkileyici üslubuyla yeniden değerlendiriliyor Soundtrack to a Coup d’Etat’da. Afrika politikasının Amerikan cazıyla kesiştiği çalkantılı dönemi mercek altına alan belgesel, görgü tanıklarının ifadeleri ve resmî belgelerden aktarılan detayları ustaca harmanlıyor. Sömürgeci mirası sorgularken bugüne dair kritik sorular gündeme taşınıyor, zamansal çerçevesi kadar içerdiği mesajlarıyla da güncel bir uyarı niteliği taşıyor. Elif Yılmaz
23- Dâne-ye anjîr-e ma’âbed / The Seed of the Sacred Fig
(Yön: Mohammad Rasoulof)
İran’ı saran politik gerilimin yıkıcılığını ülke ve aile arasında ölçek değiştirerek izleyen The Seed of the Sacred Fig; Devrim Mahkemesi’nde soruşturmacılığa terfi eden baba Iman’ın günün birinde sırra kadem basan, bulunamazsa ağır yaptırımları olacak silahının izini sürerken, şüphesinin hedefi hâline gelen eşi ve kızlarının, kendisiyle baş etme formüllerini koyuyor gözümüzün önüne. 168 dakikalık süresi boyunca dikkatin dağılmasına izin vermeyen, son derece sürükleyici, özellikle karakter yazımı oldukça güçlü bir yapım. Diken üstündeliği buram buram hissettirirken, seyirciyi belli bir mesafede tutmayı da başarıyor üstelik. İlayda Güler
22- Challengers
(Yön: Luca Guadagnino)
Bir aşk üçgeninin sivri köşelerinde gezintiye çıkaran Luca Guadagnino filmi, Zendaya’nın hayat verdiği Tashi’nin, antrenörlüğünü yaptığı ve kariyerini kötü gitmekte olan eşi Art’ı düşük seviyeli bir turnuva olan “Challengers” şampiyonasına kaydettirmesiyle açılıyor. Bu turnuvanın bir diğer yarışmacısı ise Tashi’nin eski sevgilisi ve Art’ın eski en yakın arkadaşı olan Patrick. Filmin, ikili sahnelerinin kurgusuyla bir tenis maçı hâlini alışı, özellikle bu sahnelerdeki müzik ve ses tasarımının yanı sıra film boyunca zaman sıçramalarının tam yerinde kullanılışı takdire şayan. İzleyenin bir süre aklından çıkmadığı kesin. Zelal Buldan
21- His Three Daughters
(Yön: Azazel Jacobs)
His Three Daughters, babalarının ölümünü beklerken bir araya gelen üç kız kardeşin dinamiklerini irdeleyen, sorgulayan, sade ve yalın bir hikâye anlatıyor. Rachel, Katie ve Christina yapısal olarak birbirlerinden ne kadar farklı olsalar da aynı “bekleme odasında” buluşuyor; geçmişi, birbirleriyle ilişkilenme ve ilişkilenememe hâlleriyle yüzleşiyorlar. Palyatif bakımın ağırlığıyla başlayan filmin aynı duyguda ilerleyen bir seyri var ve izlerken kaçınılmaz bir sona, yani ölüme doğru yol aldığınızın bilincinde oluyorsunuz. Ancak bu yüklü ve ağır seyre rağmen inanılmaz derecede sakin, yumuşak ve şefkatli bir atmosfere sahip His Three Daughters. Olcay Özer
20- Chime
(Yön: Kiyoshi Kurosawa)
Bir yemek okulunda öğretmenlik yapan Matsuoka, öğrencisi Tashiro’nun “çan sesi gibi bir şey duyduğunu ve kendisine mesaj yollandığını” söylemesiyle sarsılır. Akabinde, beyninin bir bölümünün makineyle değiştirildiğini iddia ederek, kendini kanıtlama çabasına girer Tashiro. Birkaç gün sonra ise bir diğer öğrencisi Akemi’nin pişmemiş bir tavuğa duyduğu rahatsızlık ve sonrasındaki davranışları, Matsuoka’yı giderek büyüyen bir kaygıyla baş başa bırakır. Gündelik hayata git gide daha fazla bulaşıp hüküm süren tuhaf bir korkunun etkilerini keşfe çıkan Japonya korkusu Chime, yılın keşfedilesi saklı hazinelerinden. Elif Yılmaz
19- The Brutalist
(Yön: Brady Corbet)
Venedik’ten En İyi Yönetmen ödülüne uzanıp eleştirmenlerin de yoğun ilgisine mazhar olan The Brutalist; tersten bir Amerikan destanı, bir odyssey. Bauhaus çıkışlı ünlü Macar mimar László Toth’un “hiç kimse” olarak ayak bastığı bu kıtada kendini yeniden inşa edip, güce iyiden iyiye teslim oluşunu izlettiren yapım; çürüyen ve içindekileri çürüten bir organizma olarak tasvir ediyor ülkeyi. Brady Corbet bir yönetmen olarak varlığını ve ağırlığını her saniyede hissetirmeye niyetli ancak anlamı, tepetaklak bir Özgürlük Heykeli gösterecek kadar dolaysızca yarattığı anlar daha tesirli olabiliyor bazen. Öte yandan mimarinin ideolojik izlekleri aracılığıyla, bireysel travmanın sanatsal üretime yansımaları hakkındaki final için bile ayırdığınız 215 dakikaya değiyor. Merdan Çaba Geçer
18- Feng liu yi dai / Caught by the Tides
(Yön: Jia Zhangke)
Çin sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Jia Zhangke’nin 2000’lerin başından bugüne uzanan son işi; birbirlerine tutulan, hayatın tadını dansla ve müzikle çıkaran Qiao Qiao ile Guao Bin’in heyecanına ortak ederek başlıyor. Erkek arkadaşının, yerleştikten sonra onu da yanına getireceğine söz vererek şehri terk etmesi, yeniden bir araya gelmelerini uman baş kahramanımızın yeni bir umut peşinde çıktığı yolculuğun fitilini ateşliyor. Hızla dönüşen bir topluma bireysel duygu fırtınaları üzerinden başarıyla bakan Caught by the Tides, çağdaş Çin’in değişen çehresine açılan epik bir pencere. Elif Yılmaz
17- A Different Man
(Yön: Aaron Schimberg)
A Different Man’in absürt komedi mi psikolojik gerilim mi olduğuna karar vermesi ne mümkün, ne de gerekli. Hevesli oyuncu adayı ve nörofibromatozis hastası Edward’ın karşısına çıkan deneysel bir tedavi imkânını değerlendirmeye karar vermesiyle yaşadığı değişim, hayatını bütünüyle düzeltecekken tümüyle altüst eder. Bu noktadan sonra gelişen olaylarla idealler, kimlik ve yansıtarak oluşturduğumuz insanlar hakkında “saçma” olduğu kadar derin vurgular yapan uzun metrajda Sebastian Stan, Renate Reinsve ve Under The Skin’deki varlığından anımsanabilecek oyuncu ve televizyon kişiliği Adam Pearson başrolleri paylaşır hâlde. Zeynep Naz Günsal
16- Queer
(Yön: Luca Guadagnino)
Beat kuşağının kült yazarlarından William Burroughs‘un aynı adlı klasik romanından beyazperdeye uyarlanan Queer, romanın kıvrak dili ve zengin hayal gücünden önemli ölçüde nasibini almış. Kaynak metnin hemen her türlü inceliği beyaz perdeye taşınırken, yönetmeninin artık hepten imzasına dönüşmüş görsel ve işitsel atmosfer yaratma becerisi de filmi unutulmaz bir sinema tecrübesine dönüştürüyor. Daniel Craig’in tüm umutsuzluğu, boşvermişliği ve kendinden vazgeçmişliğini büyük bir başarıyla bedene getirdiği Lee’nin epik bir inkâr yolculuğuna dönüşen hikâye, baş karakterinin zaaflarını ortaya koyarken onu izleyicisine hiçbir şekilde yargılatmamanın bir yolunu bulmayı beceriyor. Melikşah Altuntaş
15- Hard Truths
(Yön: Mike Leigh)
Mike Leigh’nin anlattığı her hikâye, onun kamerasından izleyicilerin dünyasına yansıyan her an gündelik hayatın saf gerçekliğini en etkileyici biçimde taşıyor. Hard Truths, hayatın zorlu eşiklerinden geçmeye çalışırken uzunca beklenebilen durakları anımsatan bir film gibi. Yasın evrelerinin, seslendirilemeyen cümlelerin, yumak olmuş duyguların Pansy’de vücut bulmuş hâli. Öfke duygusu Leigh’nin kamerasında hiç olmadığı kadar duru bir şekilde tanımlanıyor. Sezen Sayınalp
14- The Room Next Door
(Yön: Pedro Almodóvar)
Pedro Almodóvar‘ın İngilizce çektiği ilk uzun metrajlı film olan, Altın Aslan ödüllü The Room Next Door; İspanyol sinemasının usta yönetmeninin hayat ve ölüm üzerine düşüncelerini, karakterlerini bolca konuşturarak sıraladığı olgun bir melodram. Filmin ilk yarısında izleyicinin yolunu bulup ne hissedeceğini kestirebilmesi güçleşiyor ancak neyse ki Almodóvar ikinci yarıyla birlikte hayatın sonluluğu ve insana eşlik eden nesnelerin değişmezliği üzerine, edebiyat ve sinema tarihinden referanslarla örülü bir anlatıya kırıyor dümenini ve o noktadan sonra filmin derinlikli dünyasına dâhil olabilen izleyicilerini muhteşem bir seyir tecrübesi bekliyor. Melikşah Altuntaş
13- Grand Tour
(Yön: Miguel Gomes)
Birinci Dünya Savaşı esnasında Burma’da (Myanmar) çalışan İngiliz memur Edward, yedi yıllık nişanlısı Molly’den, onunla evlenmekten kaçıyor; Molly ise bir cevap uğruna bıkmadan usanmadan Edward’ı kovalıyor. İkilinin peş peşe uğradığı Bangkok, Saygon, Manila, Osaka, Şangay, Tibet gibi duraklarda çekilmiş gündelik kesitler belgeselle kurmacayı iç içe geçirirken, hikâyenin mi yoksa gerçek hayatın mı fonda olduğunu sorgulatan bir oyuna davet ediyor seyircisini. Sömürgeciliğe, bağ kurmanın ve kuramamanın acıklı hâllerine, yolculuğa bakışı, kendine has mizahı, göz kamaştıran görüntü yönetimi ve deneyci biçim tercihleriyle yılın ayrıksı işlerinden biri; “Kendinizi bırakın.” mesajı veren bir Miguel Gomes seyahatnamesi. İlayda Güler
12- Dune: Part Two
(Yön: Denis Villeneuve)
Beyazperdeye tercümesi belki de en zor metinlerden biri olan Frank Herbert’ın Dune serisi, Deniz Villeneuve imzasıyla -tartışmalar olsa da- nihayet hak ettiği bir çevrime kavuştu desek abartmış olmayız. Serinin ilk kitabını sonlandırdığımız Dune: Part Two’da Kanadalı yönetmen sadece Paul Atreides’in Muad’Dib’e dönüşümünü anlatmakla yetinmedi, aynı zamanda hikâyeden farklılaşarak çok değerli bir yorum da üretti. Chani karakteriyle, toplum kurtarıcı olarak gördüğü bir liderin peşinden sürüklenip giderken akıntıya direnenlerin çok tanıdık yalnızlığını da anlatmayı seçti. Biçem Kaya
11- Memoir of a Snail
(Yön: Adam Elliot)
Bir başka stop-motion harikasıyla dönen Adam Elliot’ın, kilden dünyasının kasvetli dokuları, karanlık renk paleti sizi yanıltmasın; mümkünse avucunuza bir mendil, üstünüze bir battaniye alın, bir salyangoz gibi kabuğunuza çekilin ve gerisini ona bırakın. Zira göz yaşları, kahkahalar, gerilimler arasında ani virajlar dönerken; kayıplar ve ayrılıklarla büyümüş, biri depresif diğeri kaygılı iki çocuğun günbegün çoğalan yalnızlıklarını, kimse görmese de içlerinde taşıdıkları hazineleri, dostluk ve aşkla yaptıkları iyi kötü keşifleri, hayatta kalmak için buldukları yaratıcı yolları nefis yazılmış yan karakterlerin katkılarıyla, bir şefkat örtüsünün sıcaklığında izleyeceksiniz. Bir bakmışsınız; kabuk görevini çoktan tamamlamış, dışarıdan korkacak bir şey kalmamış. İlayda Güler
10- On Becoming a Guinea Fowl
(Yön: Rungano Nyoni)
On Becoming a Guinea Fowl; toplumsal cinsiyet rollerinin, ataerkil yapıların kadınlara uyguladığı ekonomik, psikolojik, cinsel şiddetlerle onları nasıl zalimce sömürdüğünü Afrika kökenli kalabalık bir ailenin dinamiklerinde, bir kaybın gölgesinde arıyor. Günlerden bir gün, çocuk yaşlarında cinsel istismara maruz bıraktığı yeğenlerinden biri, dayısını bir yol ortasında ölmüş olarak buluyor; sırlar açığa çıkmak için kapıları zorlarken, sistem faili korumak için elinden geleni ardına koymuyor. Rungano Nyoni, meselesinin ağırlığını taşımaktan kaçmadan etrafında olanların tuhaf komedisini de gören, gerçeküstü bir dille hikâyeye bağlıyor seyircisini. Bastırılmışlığın içselleştirilmesi, gücün altında daha da ezilme korkusu, itibar kaygısı, ekonomik çıkar ilişkileri gibi türlü sebeplerden sorgusuzca uygulanan aile içi inkâr mekanizmasını oldukça çarpıcı anlar ve dudak uçuklatan diyaloglarla gösteriyor film. Bu kâbustan uyanmanın yolu, yırtıcı hayvan tehlikesine karşı alarm verebilen beç tavuklarının birbirini bulup dayanışmasından geçiyor. İlayda Güler
9- The Substance
(Yön: Coralie Fargeat)
Kadınları, kokuşmuş gençlik ve güzellik normlarına göre kategorize eden eril düzene kaldırılmış kocaman, çürümüş bir orta parmak. Bir zamanlar ödüllü bir oyuncu, şimdilerde ise bir aerobik programının “modası geçmiş” yıldızı olan Elisabeth; bedenini metalaştıran çarkların arasında varlığını sürdürebilme mücadelesinde. Kendisinin daha genç, daha güzel, daha mükemmel bir versiyonuna erişeceği vaadiyle gizemli bir maddenin cazibesine kapıldığı vakit ise -tam anlamıyla “içinden çıkan”- Sue ile kimlik ve özdeğer kavramlarını sorgulatan, hassas mideler için sindirmesi zor savaşı başlıyor. Body horror ile splatter türleri oldukça grotesk biçimde dans ettiren The Substance, yılın hit filmine dönüşmüş ve muhtemelen daha uzun yıllar hafızalarda yer edinecek olsa da bir itirazımız var: Çatışmayı son dönemeçte iki kadın arasına indirgeyen Coralie Fargeat, hakkaniyetle eleştirip ters yüz de ettiği erkek bakışından -o son blokta- tam anlamıyla azade olamıyor. Merdan Çaba Geçer
8- Love Lies Bleeding
(Yön: Rose Glass)
Yeni keşif Katy O’Brian ve pop-kuir ikon Kristen Stewart’ın şiddetli aşıklar Jackie ve Lou olarak ekranı paylaştığı, ayrıyeten Ed Harris’in de kanımızı bumbuz ettiği Love Lies Bleeding, yılın ve listemizin pekâlâ en kan revan girdisi olabilir. Rose Glass, çıkış filmi Saint Maud (2019) ile ne kadar yaratıcı olabildiğini ispat etmişti; bu kez hayal gücünün detay ve sınırlarını büsbütün merak ettirmeye başladı. LGBTİ+ yeraltı kültürünün kutup yıldızı John Waters’in kendi yıl sonu listesinin ilk sırasında yerleştirdiğinin altını çizmek zorunda olduğumuz romantik gerilimin hikâyesi, Baby Reindeer yönetmeni Weronika Tofilska‘yla beraber yazılmış. Kendini çöllere vurarak Albuquerque ve Rio Rancho’da çektiği yapımın prodüksiyon kalitesinde ve müziğinde ise fena coşulmamış. Zeynep Naz Günsal
7- Bird
(Yön: Andrea Arnold)
Bir önceki kurmaca filmi American Honey’den bu yana sekiz yıllık bir bekleyişe sebep olan Andrea Arnold’un prömiyerini 77. Cannes Film Festivali’nde yapan son işi Bird, izleyiciyi insan doğası ve kırılganlık üzerine düşündüren bir hikâyeye davet ediyor. Karmaşık ve kirli bir mahallede yaşayan bir genç kadının özgürlüğe olan özlemi; babası, hayatına dâhil olan yeni biri, annesi ve acıtarak hayatından çıkan diğerleri arasında bölünüyor. Arnold’un kendine özgü sinematografik diliyle, benliğin gücü ve insanın içsel çatışmalarına dair zarif bir dokunuş. Yalnızlığın ve umudun sınırlarını keşfeden, derin ve sarsıcı bir duygu yumağı. Esin Çalışkan
6- Dahomey
(Yön: Mati Diop)
74. Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ödülü ile ayrılan Dahomey, politik olanla şiirselliği muazzam bir şekilde bir araya getirmesine alışkın olduğumuz Fransız-Senegalli sinemacı Mati Diop’un imzasını taşıyor. Sömürgeciliğin Avrupa müzelerinde varlığını hâlâ sürdüren sanat yağmasını pür ve lirik bir şekilde aktaran yönetmen, kendine ait dilini bu kez de bir sanat eserinin bakışı üzerinden ekrana taşıyor. Dalgalarla açılıp dalgalarla kapanan hayaletimsi bu belgeselde, 1892’de Fransız sömürgesi tarafından Afrika’daki Dahomey Kırallığı’ndan koparılan sanat eserlerinden 26 tanesinin ülkelerine geri gönderilmesi anlatılıyor. Geçmişten ürpertici bir ses, 26 numaralı eser dile geliyor: Kral Ghezo zamanın yüzeyine çıkıyor ve bütün süreci onun bakışından takip ediyoruz. Politik kimliği olan bir objenin o kimliğini yeniden kazanarak konuşan ve cevap veren bir bakışa dönüşmesi elbette oldukça sarsıcı, güçlü bir imaj. Asya Yigit
5- Furiosa: A Mad Max Saga
(Yön: George Miller)
Mad Max: Fury Road’da (2015) serinin omurgasını oluşturan Max’in yanında kendine özgü bir alan açarak hafızamıza yerleşen karakterin gençliğine odaklanan film; kazınmış saçları, kesik kolu, geçmişine olan bağlılığından aldığı inanılmaz gücüyle ilgi çeken Furiosa’ya dair bütün soruları cevaplama niyetinde. Filmin erkeklerin hüküm sürdüğü post-apokaliptik dünyasında kadınlar, yalnızca erkeklerin onlara biçtiği rollerle var olabiliyor: Cinsel nesne ve doğurganlık aracı. Kadınlığa ithaf edilen her ne varsa yıkıp yeniden inşa etmeye ve esaret altındaki kadınları Yeşil Yer’e kavuşturmaya karar veren Furiosa’nın motivasyonu burada oluşuyor. Furiosa: A Mad Max Saga, serinin yarattığı evrenin ücra köşelerinde gezdirerek hikâyesiyle derinlikli bir bağ kurduruyor. Yaklaşık iki buçuk saat süresince karakterlerin motivasyonunu açık ederken ekrana kilitlemeyi başaran George Miller, hayal kırıklığına uğratmıyor. Ezgi Oğraş
4- Ljósbrot / When the Light Breaks
(Yön: Rúnar Rúnarsson)
İzlanda’nın soğuk ama bir o kadar da büyüleyici atmosferinde geçen When the Light Breaks, yönetmen Rúnar Rúnarsson’un duygusal derinlik ve görsel zarafetle ördüğü bir başyapıt. Hikâye, aşkını kaybeden ve gizli ilişkisi yüzünden yaşadığı yas bile bir sır olarak kalmak zorunda kalan Una’nın sessiz acısına odaklanıyor. Tüm bu duygusal belirsizlik içinde Klara ortaya çıkıyor, Diddi’nin gerçekte neler yaşadığından habersiz. İki kadın, aynı adamın yasını tutarken garip bir bağ kuruyor; ancak düpedüz farklı dünyalarda. Ani bir kaybın getirdiği karmaşık duyguları evrensel bir hikâye üzerinden izleten film; kaybın yaşandığı o tek ânı alıp, genişleterek bize çelişkili duyguların bir gün içinde nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Gülmekle ağlamak arasındaki o ince sınır neredeyse siliniyor; küçük mutluluklar ve büyük acılar yan yana, birbirine karışarak ilerliyor. Sanki birini hissederken diğerinin gölgesi sürekli üzerinizde. Meltem Demiraran
3- Anora
(Yön: Sean Baker)
Altın Palmiye’nin bu yılki sahibi, nefis Amerikan bağımsızı Anora; Sean Baker’ın kariyerinin en iyilerinden olmasının yanı sıra hareketli, güçlü ve umut dolu sinema diliyle de öne çıkıyor. Özbekistan kökenli Anora adlı bir gece kulübü dansçısı / seks işçisinin bir Rus milyarderin oğluyla geçirdiği fırtınalı bir haftaya odaklanan film; Baker’ın Tangerine, The Florida Project ve Red Rocket gibi nefis işlerinde olduğu gibi bizleri Amerika’nın alt sınıf kimliklerinin varoluş dertlerine usta işi bir mizah ve temposunun bir saniye bile düşmediği bir hikâyeyle ortak ediyor. Anora’nın bulunduğu kulüpten kurtulup hayalini bile kuramayacağı bir hayata adım atma olasılığı etrafında şekillendirdiği hikâyesinde, “yırtma” kaygısını kendine özgü bir adalet duygusuyla dengeleyen Baker’ın hümanizmi ve hayatın bizlere hazırladığı duygu yüklü açmazlara karşı metanetli tavrı, her filminde olduğu gibi seyir zevkini doruğa çıkarıyor. Melikşah Altuntaş
2- No Other Land
(Yön: Basel Adra, Yuval Abraham, Hamdan Ballal, Rachel Szor)
Gözünü kan bürümüş bir yapının ordularına, tanklarına, silahlarına karşı bölge halkının onurlu direnişi, kayıt alma çabasındaki el kameraları, attıkları taşlar, eylem için hazırladıkları pankartlar… Filistinli avukat, gazeteci, aktivist ve sinemacı Basel Adra ile Kudüs’te yaşayan İsrailli sinemacı ve araştırmacı gazeteci Yuval Abraham’ın dâhil olduğu kolektif bir çalışmayla çekilen No Other Land; dünyanın büyük bir çoğunluğunun bakmamayı seçtiği bir işgali oldukça sarsıcı şekilde belgeleyen, sinema tarihine iz bırakması muhtemel bir tanıklık. İsrail askeri güçlerinin Batı Şeria’daki yerleşim bölgesi Masafer Yatta’da, Filistinli ailelerin yaşam alanlarını yok etmeye yönelik uzun yıllardır devam eden eylemlerini, medyanın verilerinden azade bir derinlik ve içerden bir bakışla gözler önüne seriyor film. Böylesine sert bir süreci belgelerken sakinliğini ve ahlaki duruşunu yitirmemeye gayret eden, daha da önemlisi konu bu kadar müsaitken izleyici duygularını manipüle etmemeye özen gösteren bir bakışı mevcut. Küresel ölçekteki sessizlik bariyerini aşabilmek adına yaşananları ısrarla kayda alıp internette paylaşan Basel’in, bunların “görülmeyeceğine” dair tüm umutsuzluğu karşısında dayanışmanın sesini yükseltmek zaruri: Sizi görüyoruz, duyuyoruz, Filistin halkının yanındayız. Merdan Çaba Geçer
1- All We Imagine as Light
(Yön: Payal Kapadia)
30 seneden bu yana Cannes Film Festivali’nin Ana Yarışma’sında yer almış ilk Hindistan filmi olan All We Imagine as Light; hayaller ve arzuların gerçekleştirilmesi kadar kişiyi ezip yok etme ihtimalini melankoli, zerafet ve şefkatle resmeden bir sinemasal başarı. Milyonlarca hikâyenin belirip kaybolduğu Mumbai’nin simülatif yapısında herkes kendine yer bulmak ve illüzyona kapılmak zorunda; yoksa “Hayatta kalamazsın.” diyor dış ses. Bu karmaşanın içinde varoluş mücadelesi veren üç kadını takip etmeye başlıyor kamera. Yönetmen Payal Kapadia, onların hikâyelerini, patriyarkal yapının gölgede bıraktığı bireysel özgürleşme mücadeleleri olarak ele alırken; dayanışma biçimlerini ise didaktik herhangi bir söylemden uzak durarak, incelikle ortaya seriyor. Bahsi geçen üç kadın dışında, bir de filmin dördüncü baş karakteri olan Mumbai var ki sokaklar, caddeler, meydanlar usulca kat edilirken karakterlerin duygusal ve psikolojik dünyalarıyla etkileşen, neredeyse kalp atışını hissettiğimiz bir organizmaya benzetmek mümkün filmdeki varlığını. Atmosfer ve his sinemasına ustalıkla hâkim, mekânları algılayış ve portreleyiş biçimindeki tavır da pek özgün bir sinemacının ayak seslerine dikkat! Merdan Çaba Geçer
Değerlendirme: Asya Yigit, Aylin Güngör, Bahar Çuhadar, Banu Üsküdarlı, Barbaros Altuğ, Berk Çakmakçı, Beyza Yıldırım, Biçem Kaya, Burcu Teker, Cem Kayıran, Deniz Bankal, Deniz Cuylan, Ekin Sanaç, Elif Öz, Elif Yılmaz, Engin Ertan, Esin Çalışkan, Ezgi Oğraş, İlayda Güler, J. Hakan Dedeoğlu, Kiraz Mısırlıoğlu, Korcan Derinsu, Mehmet Ekinci, Melikşah Altuntaş, Melis Tire, Meltem Demiraran, Merdan Çaba Geçer, Olcay Özer, Öykü Naz Gümüş, Sadi Güran, Seray Soylu, Sezen Sayınalp, Şevval Öztemur, Tuana Özcan, Ulaş Dağ, Utkan Çınar, Yiğit Atılgan, Zelal Buldan, Zeynep Naz Günsal