Brixton’daki konser salonu The Windmill’den mezun olan en kendine özgü, en harika gruplardan biriydi Black Midi. Dört yıla yayılan üç albümlük fırtına ne yazık ki beklenenden çabuk dindi ve 2024 itibarıyla grup atomlarına ayrıldı. Solo serüvene atılan ilk Black Midi üyesi ise vokalist ve gitarist Geordie Greep oldu.

Rough Trade Records etiketiyle Ekim 2024’te yayımlanan The New Sound’un kayıtlarının  yarısı Londra, yarısı São Paulo’da; 30’u aşkın müzisyenin katkısıyla gerçekleşti. Geniş bir sonik haritaya yayılan albüm lounge, caz, funk, Latin ve progresif rock öğelerini eforsuzca bir araya getiriyor. Teatral bir yapı kurgusunda Greep’in vokalleri, alaycı ve duygusal bir üslupla karakterlerin hikâyelerini aktarıyor.

Geordie Greep ile Blind’daki nefis konserinden önce The New Sound’u, sahnede olmayı ve albümün Toshio Saeki imzalı kapak görselini konuştuk. Sohbete konserden Ayça Mandacı’nın kadrajına giren anlar eşlik ediyor.


“Şarkıların konusu ya da anlatımı otobiyografik değil belki ama mizah anlayışı, hem sözlerde hem müzikte kesinlikle bana çok yakın. Her şeyi çok ciddiye alıyormuş gibi davranmaktan kaçınmak hoşuma gidiyor.”

The New Sound albümünün yayımlanmasının üzerinden birkaç mevsim geçti. Bugün albüm sana nasıl hissettiriyor? Turnede bu şarkıları çaldıkça yeni fark ettiğin şeyler oldu mu?

Bu, şimdiye dek içinde yer aldıklarım arasında beni en çok mutlu eden albüm oldu. Turneler de şu âna kadar gerçekten çok iyiydi. Geçen yılın sonunda Birleşik Krallık ve Avrupa’da küçük bir turne yaptık, fena değildi ama çok kısa sürdü. Grup olarak materyalleri geliştirme ve içine girme şansımız pek olmadı. Turneye çıkıyoruz, bir bakmışsın bitmiş. Ama ocak ayında bir ABD turnesi yaptım, 21 ya da 22 konserdi ve müthişti. İlk defa canlı performanslar boyunca şarkıları geliştirme şansı buldum ve turne sonunda gerçekten her şey yerine oturmuştu. Çok eğlenceliydi. Birlikte çaldığım Amerikalı grup da harikaydı, gerçekten muhteşemlerdi. Ondan sonra Japonya turnesi yaptım, bu yeni müzikleri bu kez bir Japon grup ile çaldım ve o da çok güzeldi.

Sahnenin gerektirdiği fiziksellik, performansını nasıl etkiliyor? Bazı şarkılar farklı bir duruş ya da yaklaşım gerektiriyor mu?

Belki. Ama şu var, canlı çalmanın provası sadece canlı çalmaktır. Yani bu tür turnelere çıktığında her şeye yeniden alışman gerekiyor. Geçen yıl yeni müziklerle ilk kez turneye çıktığımda sahnede nasıl performans sergileyeceğimi yeniden öğrenmem gerekti, çünkü bu başka bir şey. Mesela ABD turnesinde yanımda ritim gitar çalan biri vardı. Bu akşamki konserde de yine bir ritim gitaristimiz var. Bu da demek oluyor ki artık gitarı pek fazla çalmıyorum. Daha çok sadece şarkı söylüyorum, bazen gitar çalıyorum. Ama bu harika, çünkü şarkı söylemeye daha çok odaklanabiliyorum. Yine de bu benim için yeni bir şey. Ben bir gitaristim, bu yüzden gitar çalmadan şarkı söylediğim ilk anlarda ellerimi nereye koyacağımı bile bilmiyordum.

İlk 10-20 konser pek doğal hissettirmedi ama artık yavaş yavaş daha kolay hâle geliyor. Ne kadar prova yaparsan yap, sahnede olmak tamamen başka bir şey. Riffleri çalmak, şarkıları söylemek… Her şey düşündüğünden farklı gelişiyor. 

Zaman içinde canlı performansla ilişkin nasıl değişti? Hâlâ stüdyo çalışmalarının bir uzantısı olarak mı görüyorsun, yoksa artık başlı başına ayrı bir yapı hâline mi geldi?

Evet, tam olarak öyle olması gerekiyor. Stüdyo kaydını birebir canlıda tekrar edemezsin. O yüzden bu gerçeği kucaklamak ve bu konserin yalnızca bir kere yaşanacak harika bir an olduğunu kabullenmek gerekiyor. Konserlerin en güzel yanı bu: Etrafına bakıyorsun ve “Vay be, ben buradayım ve bu sadece bir kez olacak” diyorsun. Bu sadece küçük, hoş bir şey. Tamamen gelip geçici ama mükemmel bir gece. Pek çok insan bu hissi ortadan kaldıran konserler yapıyor. Metronoma göre çalıyorlar, değişmeyen altyapılarla performans veriyorlar. Her gece aynı şarkı listesi, aynı performans. Ama ben bunun biraz değişmesini sağlamaya çalışmanın değerli olduğunu düşünüyorum.

Solo çalışmalarının önceki işlerine kıyasla dinlemesi daha kolay denebilir olduğuna katılıyor musun?

Sanırım evet. Ama bunu sulandırmak ya da daha ticari hâle getirmek gibi görmüyorum. Bana göre sadece daha odaklı geliyor. Evet, bazı şarkılar daha sade, daha az çılgın ya da daha az sert gelebilir. Black Midi’deki çoğu fikir; bir kişi “bu ölçüde şu akoru çalalım” derken, diğerinin “hayır, ben şu akoru çalmak istiyorum” demesi ve sonunda ikisinin de kendi akorunu çalması gibi şeylerden kaynaklanıyordu. Burada ise bir kişi “bu ölçüde şu akor” diyor ve diğer kişi “tamam” diyor. Yani farklılıklardan biri bu. Daha iyi ya da kötü değil; sadece başka. Bazı grupların en iyi albümleri hep bu tür içsel anlaşmazlıklar içinde yapılmıştır. Ama bazen sadece kendi içinden geleni yapmakta da hiçbir sakınca yok.

En yoğun bestelerinde bile gizli bir absürtlük duygusu hissediliyor. Mizahın yaratım sürecinde nasıl bir rolü var?

Kesinlikle çok büyük. Bazen bakıyorsun, çok ciddi müzikler yapan müzisyenler, şarkıcılar, gruplar var. Neredeyse hiç mizah barındırmıyor ve hayata oldukça sert, katı bir bakış sunuyorlar; sanki her şeyi çözmüşler gibi bir tavırları oluyor. Ama komik olan şu: Bu insanlarla gerçek hayatta tanıştığında aslında çok esprili, kahkaha atan insanlar çıkıyorlar. Bunun üzerine hep düşünürüm; bir müzisyenle tanıştığımda ve bu kişi çok neşeli biriyse, “Bu neden müziğinde hiç hissedilmiyor?” derim. Ben bir grubu dinlediğimde ya da bir sanatçının sesini duyduğumda, onun ruhunu ya da en azından bir tür insanlık hâlini hissedebilmeyi severim. Bu albümde de şarkıların konusu ya da anlatımı otobiyografik değil belki ama mizah anlayışı, hem sözlerde hem müzikte kesinlikle bana çok yakın. Her şeyi çok ciddiye alıyormuş gibi davranmaktan kaçınmak hoşuma gidiyor. Hadi biraz gülelim, eğlenelim. Zaten mesele de bu değil mi?

Kendini dışarıdan gelen fikirlere daha açık hissediyor musun? Yoksa yaratıcı kontrolü tamamen elinde tutmayı mı tercih ediyorsun?

En azından teoride biraz daha az endişeliyim artık. Eskiden “bu stilde bir şarkı yaparsam klişe mi olur?” diye daha çok düşünürdüm. Bu albümde ise belirli bir müzik tarzında bir şarkı yapmaya karar verdiğimde onu mutlaka değiştirmek ya da parodileştirmek zorunda değildim. “Haydi bu tarzda bir şarkı yapalım” diyebiliyoruz. Bir estetiği kullanmak, yorumlamak eğlenceli bir şey olabilir, ille de bir mesaj ya da ironi barındırmak zorunda değil.

The New Sound’un kapak görselini de konuşmalıyız. Toshio Saeki’nin işlerini ilk gördüğünde ne hissetmiştin? Bu resmi albüm kapağı olarak kullanmaya nasıl karar verdin?

Her şey güzelce denk geldi. Onun işlerini ilk kez üç – dört yıl önce gördüm. Hoşuma gitti ama çok yoğun, çok güçlü bir etkisi vardı. Gerçekten havalı bulmuştum. Ancak bazı işlerinde sanki bir çocuk çizmiş gibi duran bir sadelik var. Bu tarz sade üslup, çok sert ya da açık saçık temalarla birleşince ortaya komik bir şey çıkıyor. İlk gördüğümde “Vay be, bu baya iyiymiş” dedim ama o zamanlar “Bu tarz bir şeyi albüm kapağında kullanırım” gibi düşünmemiştim.

Geçen yıl The New Sound için bir kapak ararken, bir kitapta o görsele rastladım. Baktım ve kendi kendime “Bu zaten bir albüm kapağı gibi görünüyor” dedim. Klasik bir havası vardı. Daha önce biri kullanmış mı diye hemen araştırdım, kimse kullanmamış. “Bu gerçek olamayacak kadar iyi” dedim. Albümle mükemmel bir uyumu vardı. Bence albüm kapaklarında en önemli şeylerden biri, hem büyük hem küçük boyutta güzel görünmesi. Günümüzde kapaklar Spotify’da minik bir karede de dikkat çekmeli ama aynı zamanda plak dükkânında uzaktan da göz almalı. Mizahın da böyle çalışması gerek, çok absürt olmadan biraz eğlenceli ama aynı zamanda güçlü. 

Bu görseli lisanslama işini de çok kolay hâllettik. Saeki’nin mirasçıları ile iletişim çok açık ve rahattı; albüm için bu görseli kullanmamıza izin verdiler. Gerçekten şanslıydık.

Eğer The New Sound tamamen farklı bir sanat formu olarak deneyimleme şansın olsaydı bunun hangi disiplin olmasını isterdin?

Sanırım bir dans eseri, belki bale gibi bir şey olurdu. Albümdeki müzikler genelde klişe ile dokunaklılık arasında bir yerde duruyor. Yani neredeyse çok bayat ve biraz saçma gibi ama bir yandan da “burada bir düşünce var” hissi veriyor. Sadece yavan bir parodi değil; daha fazlası var. Bu nedenle bir dans formu bence güzel olurdu. Özellikle daha karmaşık bölümlere veya ilginç ritimlere güzel koreografiler yapılabilir. Eğlenceli olurdu.


Şarkı Şarkı: The New Sound
Walk Up

Bu parça nasıl şekillendi? Sürekli ileri iten ama asla tamamen çözüme ulaşmayan bir gerilim hissi var. Bu bilinçli bir tercih miydi?

Bu şarkıyı gerçekten çok hızlı yaptım. Yaklaşık yarım saatte bitti. Şehir merkezinden eve dönüyordum -ki genelde en çok sevdiğim şarkılar yoldayken ortaya çıkıyor. Eve gidene kadar bütün şarkı kafamda şekillendi, eve vardığımda hemen kaydettim. Amacım AC/DC havasında ama biraz daha hoş akorlarla bir şarkı yapmaktı. Sert ve melodik bir şey.

O gerilim duygusu şarkı boyunca hep orada olan bir sesle ilgili olabilir, yüksek bir nota sürekli arka planda çalıyor, tüm akorların üstünde. Bu gerilimi oluşturan şey olabilir. Bir de sürekli ana riffe dönmesi ve son kısımda da çözüm sunmadan bitmesi bu hissi pekiştiriyor.

Bence gayet iyi çalıştı. Bu şarkı, Black Midi’den bu yana yaptığım birinci akordan dördüncü akora geçen ilk şarkıydı var. Bu, müzikte biraz cheesy bir hareket sayılır. Ama bu sefer “kimin umurunda?” dedim.

Şarkının sonunda sürprizli, bluesy bir outro var.

O gece çok geç saatlerde, tamamen eğlencesine doğaçlama çalmıştık. Ertesi gün bunu kaydettiğimizi bile hatırlamıyorduk. Sadece küçük bir eğlencemizdi. Albümde olduğunu hep unutuyorum. Sanki şarkının yarattığı gerilimi yumuşatan bir iniş gibi.

As If Waltz

Bu parçada enstrümantasyonun akışı zaman zaman zarif, zaman zaman neredeyse baş döndürücü. Farklı müzikal öğeleri düzenlerken nasıl bir yaklaşım benimsedin?

Şarkının tamamı 1-4-5 gibi klasik ve basit bir akor progresyonuna dayanıyor. Yani oldukça geleneksel bir yapı var, vals bölümüne geçiş de buna dâhil. Ama mesele, bu basit yapıyı havalı kılmak. Yani oldukça sade bir riff, oldukça sade bir akor dizisi, neredeyse “cheesy” diyebileceğimiz bir şeyin ucunda duran ama yine de işe yarayan bir yapı. Bu parçayı yapmak çok eğlenceliydi çünkü gerçekten kolaydı. İlk fikir, demo vs. hepsi çok çabuk ortaya çıktı.

Kayıt aşamasına geçtiğimizde de ne istediğimden çok emindim. “Şu bölüme ne yapalım?” ya da “Bu kısmı nasıl düzenleyeceğiz?” gibi anlar hiç olmadı. Her şey çok basitti.

Holy, Holy

“Holy, Holy” âdeta bir mantra gibi. Bu şarkıyı The New Sound’un genel yapısı içinde nasıl konumlandırıyorsun? Hazırlık sürecinde de albümün merkez noktası mıydı?

Evet, bence hâlâ en iyi şarkı o. Çünkü gerçekten, albümde “tam anlamıyla sağlam bir şarkı” olan şarkı o. Albümdeki diğer şarkılar keyifli, ilginç, güzel; iyi sözler de var elbette. Ama “Holy, Holy” gerçekten büyük bir şarkı. İlk kayıttan itibaren her şey çok hızlı çıktı. Demoyu yaptım ve sanırım kayda geçmeden önce o demoyu 200 defa falan dinledim. Yine çok “cheesy” şeyler var içinde: riffler, akor değişimleri, sözler… Sözler biraz uçlarda dolaşıyor, sınırları zorluyor. Uzun süre emin olamadım, “Bu iyi bir fikir mi?” diye düşündüm. Hatta belki korkunç bir fikir olabilir diye de düşündüm ama sonunda “bu şarkı yapılmalı” dedim. Kayıtlar tamamlandığında ve tüm overdubları yaptığımızda şarkı gerçekten hayat buldu. Çok akılda kalıcı oldu.

Bu şarkı São Paulo’da kaydedilenlerden biri aynı zamanda.

Evet, Brezilyalı bir grupla kaydettik. Harikaydı. İlginç olan şu: Brezilyalılarla yaptığımız dört şarkıdan ikisinde (“Terra” ve “Through a War”) çok belirgin Brezilya ritimleri vardı. Ama diğer ikisi, yani “As If Waltz” ve “Holy, Holy”, tam anlamıyla rock bombası, backbeat ağırlıklı parçalardı. Brezilya’ya gidip onlara bu tarz bir şarkı çaldırmak ilginç olduğu kadar muazzam bir şeydi de. Bu şarkı için doğru kişilerdi, hiç şüphe yok. Çok kısa bir kayıt seansıydı. Bir günde üç şarkı, ertesi sabah bir tane daha, yani toplamda bir buçuk günde bitti.

  1. “Sözü devirince şiir olmaz ama neyse…”: SIRRI SÜREYYA ÖNDER (1962-2025)

    Türkü gibi günlere.

  2. Anı parçalarının pek de tatlı olmayan kısımları: ASUMAN TANYAŞ ve Kalıntı Kutusu

    “Çoçukluk hikâyelerimizdeki doğaüstü varlıkların doğaya karışmaları, içinde yuvalanmaları, her an rahatsız edebilmeleri bana cazip geldi.” 

  3. Bir ulusun hafızası MALICK SIDIBÉ'nin renkli çerçevelerden taşıyor

    Loose Joints’ten geçtiğimiz haftalarda çıkan Painted Frames kitabı, Malili fotoğrafçı Malick Sidibé'nin, cam boyama tekniğiyle çerçevelenmiş portrelerinden oluşuyor.

  4. NE DİNLESEK?: Bağımsız sahnede 2025

    Gündemlerin altında kalıp kaybolma riskine karşı 2025 yılı içinde şimdiye kadar yayımlanan bağımsız müziklerden bir derleme.

  5. Bir tür sezgisel şifa gibi: DERADOORIAN

    “Kendimi her zaman rahat alanımın dışına itmek ve yeni bir şey yaratmaya çalışmak istiyorum. Bazen bunun benim için iyi olduğunu hissediyorum ama belki dinleyici için değil.”

  6. Mesele biraz gülmek değil miydi?: GEORDIE GREEP

    "Her şeyi çok ciddiye alıyormuş gibi davranmaktan kaçınmak hoşuma gidiyor.”

  7. Güneş açtıran duygu kazısı: LORADENİZ

    İlk albümü Sun Shone'un yaratım sürecinde zihninde dolaşanları ve arayışlarını dinlemek üzere Loradeniz’le sohbete koyulduk.

  8. Kelimenin tam anlamıyla: HİSSİKABLELVUKU

    Cereyan’ın ortaya çıktığı koşulları, bu birlikteliğin açtığı yeni kapıları ve gelecek planlarını Hissikablelvuku üyelerinden dinledik. 

  9. Nereye gidiyoruz Edward?: Miguel Gomes ile bir GRAND TOUR sohbeti

    Miguel Gomes’in sekizinci uzun metrajı, bizi aşk kovalamacası gibi bilinmeyen bir yolculuğa çıkarıyor; zamanlar ve imgeler arasında gezinen bu hipnotik macerada kimse nereye neden gittiğini bilmiyor.

  10. Birlikte var olabilen ikilikler: SOUND DREAMS OF ISTANBUL

    “Filmin, bir saatlik bir müzik eseri gibi kendi ritmine sahip olmasını istedim; farklı dinamikleri barındıran, izleyiciyi sürekli merak içinde tutan, kimi zaman şaşırtan, kimi zaman gülümseten bir akış yakalamak benim için çok önemliydi.”

  11. Seyir defteri: SEVERANCE 2. sezon

    10 bölümlük ikinci "Severance" sezonuna, hafta hafta tuttuğumuz seyir defteriyle tekrar bakma vakti.

  12. Eterik kafes: SEVERANCE

    Lumon şirketinin, çalışanlarının zihnini ikiye ayırarak onların acı, zaman ve mekân hissinden yoksun bir "içsel" versiyonunu yarattığını biliyoruz. Bu hâl, eterin bedende yarattığı duruma neredeyse birebir denk düşüyor.

  13. Kaitlyn Dever, Isabela Merced ve Young Mazino cevaplıyor: THE LAST OF US 2. sezon

    "The Last of Us" evrenine birlikte adım atan oyuncular Kaitlyn Dever (Abby), Isabela Merced (Dina) ve Young Mazino (Jesse), set deneyimlerini anlatıyor.

  14. Kardeşlik denen girift yapı: Vuslat Saraçoğlu ve BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL

    Bir geçmiş ne kadar farklı hatırlanabilir?

  15. Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak, ÖLÜ MEVSİM’i anlatıyor

    Funda Eryiğit ve Erdem Şenocak ile senaryoya yaklaşımları, yönetmen Doğuş Algün’le kurdukları yaratıcı iş birliği, karakterlerinin duygusal katmanları ve daha fazlasını üzerine bir "Ölü Mevsim" sohbeti.

  16. Yeniden başlayabilme ihtimali: Zeynep Köprülü ve Nazan Kesal ile SU YÜZÜ üzerine

    Zamanında yaşanması gerekenler ve yaşanamayanların ardından “Yüzleşmeli ve iyileşmelisin,” diyor Su Yüzü, “artık büyümelisin de sanki, kendi iyiliğin için…”.

  17. Yaşamla ilgili her şey: İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİ'nin geçmişi ve bugünü

    Özgür Balcı ve Zeynep Yüksel ile bu yıl 20. yaşını kutlayan festivalin doğuşunu, politik vizyonunu ve festival hafızasında önemli yer edinen Sırrı Süreyya Önder'i konuştuk.

  18. hmmm? - LUISA MIELENZ

    Duygu durumları, mekânlar, zamanlar ve kaydedilenlere dair sorular sorduk. Luisa Mielenz arşivinden fotoğraflarla yanıtladı.

  19. Künye

    .