Amsterdam’da yerleşik müzisyen ve besteci Loradeniz, ilk solo albümü SUN SHONE’u 21 Mart’ta Music From Memory etiketiyle yayımladı. Deniz Ömeroğlu, üretimlerinin seyrini yakından takip etme şansı bulduğum bir müzisyen. Piyanonun başrolde olduğu atmosferik bestelerinin yanı sıra son yıllarda kulüplerde ve kürasyonu her daim merak uyandıran festivallerde DJ setleriyle de sahne alıyor.
SUN SHONE, Loradeniz’in müzikal DNA’sında ne varsa duyabildiğiniz bir albüm. Elektronik ambient kompozisyonlardan oluşan bu koleksiyon, janr etiketlerinden ziyade ruh hâlleri ya da havasıyla tanımlamaya daha elverişli bir sonik dünya inşa ediyor. Bir ilk albüm olması itibarıyla bazı başlangıçlara işaret ettiği aşikâr ama Loradeniz için bir kırılmanın da sembolü bir yandan. Albümün yaratım sürecinde zihninde dolaşanları ve arayışlarını dinlemek üzere Loradeniz’le sohbete koyulduk.
“Albümün dinleyicilere belki daha önce kendilerinde fark etmedikleri bazı duyguları uyandırması benim için çok değerli bir şey olur. Onları bir duyguya sokması, bir şeyi yaşamaları…”

SUN SHONE isminden başlayalım. Kendine çeken bir başlık, sıcak hisler uyandırıyor. Sen albüm isminin şarkıların atmosferine dair ne ifade etmesini istedin?
Aslında albüm bile yokken bu isim vardı. Bir festival için live set hazırlıyordum, yeni içerik üretmek için fırsat olarak gördüm. Stresli bir düşünsel süreç oldu. Artık işe girişmem gerektiğinde Ableton’ı açtım ve dosyanın ismini “SUN SHONE” diye koydum, kendime gaz olsun diye. Zamanla o ismi çok beğendim. Japonca gibi de duyuluyor, yazımı ve anlamı da çok güzel. 100 yıllık melankoliyi bu albümle geride bırakıyorum ve güneş doğmuştur hissinin kendime anonsudur.
Yine de albümde melankoli var tabii.
Burada bıraktık diyelim, sonrakilerde olmasın.
SUN SHONE’da duyduklarımız, “şimdi bir albüm yapacağım” diyerek başına oturup senden çıkan parçalar mı yoksa daha dağınık bir zaman diliminde yapıp birleştirdiğin kayıtlar mı?
Biraz aslında parça parça çıktı. Bahsettiğim live set için epey bir şarkı yapmıştım. Sonra oradan birtakım parçacıklar çıktı, onları Music From Memory’den Tako’ya yolladım. O da aralarından dört tanesini seçti; “Bir şarkı daha yap EP yapalım.” dedi. Ben o sırada Hivern Discs ile de konuşuyordum, onlar da bir seçki yaptılar. Tamamen farklı şeyler seçtiler. Tako’nun seçtiği şarkılar içinde olan kimi enstrümanlar vardı, diğer seçkide de vardı. Birbirine çok referans olmasın diyerek Music From Memory için ayrılan iki parçayı çıkardım. “Onların yerine iki tane daha yapayım” dedim ve yaptıklarımı Tako yine çok beğendi. “Bunlar çok iyi olmuş, bunlar yeni bir sen. B yüzü için dört şarkı daha yap albüm olsun.” dedi. Elimizde A yüzü hazır olmuş oldu yani.
Şu an albümdede olan A yüzü’nden mi bahsediyoruz?
Evet, albümde olduğu gibi. Yapacağım yeni şarkılar için de “biraz daha ritmik olsun” dedi. A yüzü de ilk parça hariç ritmik aslında. Sonra birkaç ay ne yapacağımı pek bilemedim. Enerjik, ritmik dünya ile hazır olan parçaların melankolisini nasıl bir araya getireceğimi gerçekten bulamadım. Çok fazla müzik dinledim. Sonra oturdum, bir ayda hepsini yaptım. Bir şekilde tıkı tıkı geldiler. Bir ay diyorum ama önceki dinleme ve araştırma süreciyle dört ay aslında.
Şarkıları Ekim 2024’te teslim ettim. Tako B yüzündeki parçaları da dinleyince, albümü alt etiket Second Circle yerine Music From Memory’den yayımlamaya karar verdi. Böyle ilerledi süreç.
A yüzü – B yüzü arasında mod olarak keskin bir ayrım var. Son blokta senin DJ setlerinde de duyabileceğimizi düşündüğüm parçalar mevcut. Hatta B1 parçası “Sea Serpent” yeni bir bölüm açıyormuş hissi barındırıyor. Albümdeki favorilerimden biri; bir döngünün içinde daimi bir sürüklenme hâlindesin ama tekrardan ziyade sürekli başka bir şeylere çarptığın bir akışı var. Az önce söylediklerine istinaden, şarkıyı taşıyan şey de ritmik katmanı.
“Sea Serpent”ı progresif ambient olarak grupluyorum. Bir yere gider gibiyiz ama nereye gittiğimizi anlamıyoruz. Ortaya çıkışının çok spesifik bir hikâyesi de yok aslında. Biraz B yüzü’nden genelleyerek anlatacağım galiba. Normalde müziği ilk başta kick koyarak yapmıyorum. Çoğunlukla melodiler üzerinden çıkıyor. Ama bu şarkılarda kick’i ve metronomu ilk baştan koymaya zorladım kendimi. Bir fikir bulup, minik bir şey üzerinden büyüdü hepsi. “Sea Serpent”ta altta yürüyen bir bas var, o çok hoşuma gitmişti. Kick ve bas üzerine yürüdü bütün parça da.
Evet, yine konuştuğumuz gibi melankoli var, hüzün var ama genel atmosfere baktığında bulutların üstünde ve akıyoruz hissi ön plana çıkıyor. Soyut ve çeşitli şekillerde anlamlandırılacak sesler bir arada. Sen bu akışla dinleyiciyle nasıl bir zeminde buluşmayı hayal ettin?
DJ setlerim dışında, müzik üretirken dinleyiciyi düşünerek hareket etmedim bugüne kadar. Bu albüm yapım süreci psikolojik açıdan çok yorucuydu ve bundan sonrakilere benzer bir yerden yaklaşacağımı düşünmüyorum. Bu albüm tamamen kendimi iyileştirmek üzerineydi. Ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda Ableton’ı açayım, bir şeyler deneyeyim diye kendimi ittiğim bir süreçti. Tüm bu zaman diliminde Tako dışında kimse de dinlemedi müzikleri, bunun da bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Tabii ki “umrumda değil” demiyorum; çok deneysel bir şey yapmamak gayesi hep var. Önceden yaptıklarıma bakacak olursan daha anlaşılabilir bir müzik diye düşünüyorum. Müzik dinleme ve DJ’lik deneyimimden öğrendiğim kadarıyla “insanlara ne hitap ediyor” konusu bir refleks hâline geldi. Yine de albüm sürecinde ilk planda hep kendimi, duygularımı en transparan şekilde en iyi şekilde nasıl ifade edeceğim vardı.
Açıkçası hayalim şu: Albümün dinleyicilere belki daha önce kendilerinde fark etmedikleri bazı duyguları uyandırması benim için çok değerli bir şey olur. Onları bir duyguya sokması, bir şeyi yaşamaları… Son beş – altı senedir anlıyorum ki insanlar olarak duygular hakkında konuşmaya, onlarla yüzleşmeye yakın değiliz. Bu yüzden böyle müziklerin bir anlamda geri planda kaldığını ve daha yüzeysel güçteki müziklerin ön plana çıktığını düşünüyorum.
“Duygu” önemli bir anahtar kelime. Nitekim sen de albümü bir sevgi arayışı beyanıyla açıyorsun. Arada fırtınalar kopuyor, dalgaları aşıyoruz ama en sona geldiğimizde senin kendi kendine mırıldanmalarınla keyfin yerinde bir şekilde, bulutlar dağılmış bir yerde bitiyor albüm. Üzerine düşündüğün bir başlangıç ve son var mıydı albümü kurgularken?
Yoktu. Böyle yorumlaman çok güzel, ben hiç böyle düşünmemiştim açıkçası bunu. İlk parçayı Prag’a gittikten sonra yapmıştım, iki buçuk sene falan oluyordur. Benim öz sevgi arayışım o zamanlar başlayan bir şeydi, şimdi ise hayatımda bu konunun çok keyifli bir yere geldiği bir dönemdeyim. Albümün öyle bitmesi de manidar tabii. “Sevgiyi buldum” demiyor ama tatlı bir veda yapıyor gibi sevgiyi dışarıda aramaya.
“Artık daha farklı komünitelerin içindeyim, bir şeylere ait hissediyorum ama öncelikle kendime ait hissedebiliyorum.”

Piyano, müzikal serüveninin temel taşlarından. Şarkı yazarlığı ya da icra anlamında enstrümanınla kurduğun bağlar SUN SHONE döneminde nasıl şekillendi? Piyano yine merkez enstrüman mıydı?
Aslında değildi. Piyano ana enstrüman değildi bu sefer; hatta hayatımda çok fazla yeri yok gibi artık. Oturup piyano çalmıyorum. Daha çok synthesizerlar ya da efektlerle oynuyorum. Tako’nun seçtiği ilk parçalar “Cloud Sofa” ve “Saint Odds”tu. Onların da temelinde piyano var. Birazcık her şeyi bir arada tutmak adına piyano sonradan geldi. Bir yandan odadaki enstrümanlara da bakıp düşünüyorum…
Sen şu an albümü yazdığın yerdesin, değil mi?
Aynen öyle. “Bedroom studio” dedikleri o yer. Çok yalnız bir süreçti, neyse ki bitti, gitti.
Yalnızlık konusu da merak ettiğim şeylerden biri. Uzun zamandır Amsterdam’dasın, sürekli çalan bir DJ’sin, konserler veriyorsun. Bir “scene”in içindesin. Peki buraya dair bir aidiyet duygusu geliştirebildin mi? Bir komünitenin parçası olduğunu hissediyor musun?
Hissetmiyordum açıkçası. Herhalde ekim, kasımdan beri değişmeye başladı. Bu bendeki değişimle de çok alakalı. Bir aidiyet hissetmiyordum, bir şeyin parçası gibi hissetmiyordum. Burada Orta Doğu’dan gelen biri olmanın zorluk yarattığını deneyimledim. Sosyal hayatımda olan değişikliker ve kendi önyargılarımdan dolayı kendimi bir yere ait hissetmiyordum. Artık daha farklı komünitelerin içindeyim, bir şeylere ait hissediyorum ama öncelikle kendime ait hissedebiliyorum. İçimdeki aidiyeti bulduğum zaman bu hemen dışarıya da yansıdı. Bana gelmediler ama bir çekim oldu. Hep çektiğin insanlarla anlaşmaya başlamak, kendini oranın bir parçası olarak görebilmek gibi. Ben buradaki prodüktörlere ders veriyorum bir yandan. O mesela bazı insanlar için benimle ilgili fikirlerini şekillendiren bir şey oldu. Olf’la (Interstellar Funk) birlikte müzik yayımladığımızda da benzer bir şey olmuştu. Şimdi de bu albümü Music From Memory’den yayımlıyor olmamı Hollandalılar çok mühim buluyor. İnsanları çok cezbeden bir etiket, albüm çıkış partisinde tuvalette yanıma gelip “Nasıl yaptın bunu?” diye soruyorlardı. Yaptığım tek şey müziğimi yapıp yollamaktı aslında.
Kaba tabirle biraz insanların “gözüne girmeme” sebep oldu albüm. Bu benim aidiyet duygumla alakalı bir şey değil ama biraz takdir görmek de güzel tabii. Mesela Interstellar Funk’la yaptığımız albümden sonraki tüm röportajlar Olf’la yapılıyordu. Halbuki ikimizin birlikte, 50-50 yarattığımız bir albümdü. Orada “Olf’un şans verdiği kız” oldum. Burada “bakın ben buradayım” gibi bir beyan olduğunu söyleyebiliriz.
Prodüksiyon sürecinde Tako’yla iletişiminizden bahsettin biraz. “Ritmik” unsurlar dışında prodüksiyona dair daha spesifik yönlendirmeleri oldu mu?
Bir tek “Swimmer”ı biraz daha uzatmamı istedi. Albüme yaptığım son parçaydı. Ambient müzik ile ritmi birlikte nasıl oturturum ve catchy bir şey yaparım arayışının karşılığı benim için “Swimmer”dır. Uçakla İstanbul’dan gelmiştim, eve girdim ,oturdum ve onu yaptım. Aldım mikrofonu, bir şey düşünüyordum ve o düşündüğüm şeye konuştum. Sözler öyle çıktı. Sonra da uzatamadım, belki de diyecek bir şeyim kalmadı. Tekrar da etmesini istemedim, öyle kalması gerekiyor diye düşündüm.
SUN SHONE’un canlı performansı için test sürüşleri yaptın mı? Şu anki surat ifadenden anladığım kadarıyla biraz zihnini kurcalayan bir konu bu…
Albümden sonra canlı çalmam için teklifler gelmeye başladı. İlk canlı konserimi de verdim ama tamamı SUN SHONE şarkıları değildi. Bu albümü sahneye nasıl taşıyacağımı şu an bilmiyorum. Konser olarak güzel bir şey yapmak istiyorum. Deyeceğini düşündüğüm mekânlarda çalacağım özel bir şey olmasını düşünürken çok güzel bir konser teklifi geldi. Eskiden Red Light Radio’nun olduğu yerin karşısında bir kilise var, Oudekerk. Orası artık bir konser mekânı gibi kullanılıyor. Oradan bir davet geldi. Silent Series adı altında sabah 08.00 konserleri düzenliyorlar. Orpheu The Wizard yapıyormuş programını, o davet etti. Oraya yapacağım şey sanırım SUN SHONE Live olacak galiba. Şarkılar baya değişecektir diye tahmin ediyorum. Şu an yeni konum bu, bu hazırlık.