Özgür Mumcu’nun haziran başı yörüngeye oturan ilk romanı Barış Makinesi’ni Mumcu’yla karşılıklı irdeleme işini, geçtiğimiz yıla Sarmaşık filmiyle damga vuran yönetmen Tolga Karaçelik’e bıraktık.


Image

Özgür Mumcu’nun ilk romanı Barış Makinesi, April Yayınları’ından roketlenerek haziran başı itibariyle yörüngeye oturdu. Kitap 1900’lerin başında, dünyanın Birinci Dünya Savaşı’na doğru yol aldığı, modern dünyaya yön veren buluşların bir bir gün yüzüne çıktığı dönemde geçiyor ve acaba tüm savaşlara son verecek bir makine icat edilebilir miydi sorusunu soruyor. Biz bu kadarını biliyoruz, zira dergi yayına hazırlandığı sırada kitap henüz yayınlanmadığından okuma şansımız yoktu. Ama kitabı okuduğundan haberdar olduğumuz biri vardı: geçen yıla Sarmaşık filmiyle damga vuran yönetmen Tolga Karaçelik.

Özgür ve Tolga’nın yakın arkadaş olduğu bilgisine de haiz olduğumuz için Barış Makinesi’nin karşılıklı irdelenme işini onlara bıraktık…

Önemli not: Aşağıdaki röportaj kitaba dair “spoiler” içermemektedir ancak kitabı okumanızla birlikte daha da anlam kazanacaktır.

TK: Özgür sen bu kitabın üstüne ne zamandır düşünüyorsun?

ÖM: Sleepwalkers (Uyurgezerler) diye bir kitap okuyordum. I. Dünya Savaşı’na nasıl gidildiğini anlatan yedi-sekiz yüz sayfalık bir kitap. Yazarı Christopher Clarck. Orda geçen bir saray darbesi var, gerçek bir darbe. Kitabımdaki Apis karakteri gerçek bir karakter ve bu kitaptan buldum onu…

TK: Apis gerçek bir karakter mi? Ben de Ares’ten mi geliyor acaba diye düşünüyordum…

ÖM: Yok yok gerçek. Lakabı Apis. Kitapta geçen o darbeyi bunlar yapıyorlar. Ondan sonra yeni kralı Sırbistan’a getiriyorlar ve bir örgüt kuruyorlar. Derin Devlet gibi bir şey oluyorlar ve o örgüt Franz Ferdinand’ı öldürten örgüt aslında aynı zamanda. Yani I. Dünya Savaşı’nı başlatanlar.

TK: Franz Ferdinand’ın öldürülmesi hakikaten Habsburgların elinden Bosna’yı alma hikâyesi mi?

ÖM: Sırp milliyetçiler dedikleri hikâye, Apis ve ekibinin yapmış olduğu bir hareket. Ama savaşın çok daha öncesi, bir on, on bir sene falan evveli. Sleepwalkers kitabı bununla açılıyordu. Bütün bu hikâye içerisinde ulus devlet kuruluyor ve acayip bir milliyetçilik başlamış. Onu okurken ben de “bu dalgaya girmiş bir teğmen nasıl olurdu acaba” diye düşündüm. Ve Dragan’la (Petrovic) ilgili sahneyi yazdım. Kitabın ortalarında olan bir sahne bu ve ilk başta sadece onları anlatacağımı düşünüyordum. Ondan sonra April Yayınları’ından Egemen (İpek) geldi. Daha önce başka yayınevlerinden de kitap teklifi gelmişti ama Türkiye siyaseti gibi konular üzerineydi. Benim de pek canım istememişti. Egemen’i ise daha evvelden tanıyordum, arkadaşlığımız vardı. Bir gün buluştuk. “Roman yazmayı düşünür müsün?” dedi. “Olabilir aslında, aklımda bir fikir var” dedim. “Nedir?” dedi. Cep telefonumu çıkardım, o bölümü kendime atmış olduğum e-mail’den okudu. Sekiz-on sayfalık, az bir şeydi. Sonra da “Bu olur galiba, iyi geliyor bana” dedi. Ben de işte böylece hikâye üzerine çalışmaya, olgunlaştırmaya başladım. Sadece o saray darbesiyle ilgili bir final yazmak istiyordum mesela. Sonra “öyle olmasın” dedim, daha büyük bir resim içerisinde darbe sadece bir alt bölüm olsun diye düşündüm falan derken olaylar gelişti. Ama Dragan karakteri ilk göz ağrımdı.

Image

“…I. Dünya Savaşı’na giden bir yol aslında. O noktada ‘peki’ dedim ‘bir makine olsa ne olurdu?’… Öyle bir makine olsa ne olur! Bir düğmeye basıyorsun ve insanlar savaşamaz hale geliyor. Kitapta üzerine çalıştıkları makine o.”

TK: Yani olaylar oradan Barış Makinesi’ne geçti. Epey gelişmiş ve değişmiş demek ki hikâye…

ÖM: Evet. Yani neticede I. Dünya Savaşı’na giden bir yol aslında. O noktada, “peki” dedim “bir makine olsa ne olurdu?” Hani sen de kullanıyorsun ya filmlerinde fikir olarak. Hani meteor düşünce ne olur? gibi. Öyle bir makine olsa ne olur! Bir düğmeye basıyorsun ve insanlar savaşamaz hale geliyor. Kitapta üzerine çalıştıkları makine o işte. O zaman ne olurdu? İnsanların buna tepkisi ne olurdu? Bir sembol aslında bu. Üzerine bir çok şey tartışılan bir sembol. Hür irade mi, yoksa kader mi? Toplum mühendisliği mi yoksa toplumun kendi yolunda akışı mı?

TK: Peki kitabın şekillenmesi ne kadar sürdü?

ÖM: Bir buçuk sene kadar sürdü. Yani bütün kitabın bitmesi tabii. Fikri bulduktan sonra biraz daha hızlı ilerledi. Ama ilk başta bu makine fikrine hemen gelemedim, Barış Makinesi’ni hemen düşünmedim.

TK: Niye Barış Makinesi fikrine geldin? Yani o ilk fikirden ne vazgeçirdi seni?

ÖM: Demin bahsettiğim hikâyelerden bahsetmek için bir şeylere ihtiyacım vardı, yoksa şaşı kalacak gibi geldi. Bir objeye ihtiyacım olduğunu hissettim. Bir de sonunda bir merak unsuru olsun istedim. Çalışacak mı çalışmayacak mı makine?

TK: Gizem de katıyor. Gerçek mi, değil mi noktasını da çok tartıştırmıyor yani sonuçta.

ÖM: Evet biraz da onun için. O dönem metafizikle bilimin çok iç içe geçtiği bir dönem olduğu için. O zamanlar “şöyle bir şey icat ettim ben” diye birisi çıksa kimse “olamaz böyle bir şey” demezmiş çünkü zeplin daha yeni uçmuş, buhar makinesi yeni çıkmış. Anlatabiliyor muyum?

TK: Daha sonra Tesla’nın yükselişi var, 1900’lerin başı civarında. Senin roman ne zamanlarda geçiyor?

ÖM: 1880’den başlıyor ama asıl geçtiği dönem 1900’lerin başı. 1901, 1902, 1903 gibi…

TK: Tesla’nın büyücü gibi dolaştığı, Mark Twain’le deneylerini yaptığı, kendi elinden ateş çıkardığı dönemler…

ÖM: Başka bir yerde de söyledim, bence o dönemi en güzel gösteren, o karışıklığı en iyi ifade eden örnek şu: Sherlock Holmes’ün yazarı Arthur Conan Doyle acayip metodik ve rasyonel bir adam. Karakteri Sherlock Holmes de neticede bilimle ve akılla çözüyor her şeyi değil mi? O da rasyonel bir adam. Ama metafiziğe ve ruhlara da çok inanıyor. Houduni ise Doyle’un arkadaşı. Ve bu iki arkadaş sürekli yazışıyor. Doyle, Houduni’ye diyor ki, “Anlat bana, nasıl oluyor?” Houduni de “Yok abicim, numara bunlar, illüzyon” diye gayet bilimsel anlatıyor. Doyle inanmıyor, kırılıyor, “benden saklıyor” diyor. Araları bozuluyor. Yani işi metodik düşünmek olan yazar, Sherlock Holmes’ü yaratan adam metafiziğe inanıyor ve işi sihirbazlık olan adamsa tam aksine rasyonel yöntemlere inanıyor. Her şey birbirinin içine girmiş.

TK: Sen de bakmışsındır… Elektrik hakkında her zaman zaten bir büyü var. Mesela 12. yüzyılda Selanik Başpiskoposu bir adam var, diyor ki, “Gotların kralı bir şeye sürtündükten sonra vücudundan alev çıkarıyor”. Statik elektrikten bahsediyor aslında. Hani hep kullanılmış bu esasen.

ÖM: Evet. Elektrik çok büyülü bir şey. Bir de yeni çıktığı dönemi düşün. Nasıl büyülü olmasın… Yani birden bire aydınlanıyorsun ve bir yandan çarpıyor bu seni.

TK: Hem o, aynı zamanda da çok eskiymiş. Elektriğin mesela insanları iyileştirmesi senin de hikâyen ya, eskiden Roma’da yılan balığına dokunarak tedavi edilirmiş insanlar baş ağrılarını geçirmek için.

ÖM: Kitapta geçiyor zaten. Bugün bile transkranyel terapi mi ne deniyor. Psikiyatride kullanılan bir yöntem. Yani elektroşoktan bahsetmiyorum. Beyne çok hafif ama çok hafif elektrik dalgaları verip insanları sakinleştirme gibi bir yöntem şu anda halihazırda kullanılıyor. Biraz ona da baktım. Acaba elektromanyetik dalgalarla Barış Makinesi olabilir mi diye düşünürken sonra buldum ve şaşırdım. Yani, tabii ki barış getirmiyor ama hani insanlara biraz huzur veren ve sakinleştiren bir mekanizma şu anda kullanılıyormuş.

TK: Kitapta çok hoşuma giden laflar var. Mesela, “Bir başkasının eksiğini tamamlayan, ilhamı daima kendinden alır” demişsin bir yerde. Sen bu karakterleri, eksikleri nerelerden aldın? Ben en çok Céline karakterinde seni gördüm örneğin.

ÖM: Çok geveze, ondan olabilir.

TK: Bir de ukala.

ÖM: Komiser aslında. Kendimi koyduğum adam o. Biraz daha “meta-fiction” bir durum var orada. Aslında kitapta kendimi tutmaya çalıştım, malumatfuruş olmamaya çalıştım.

TK: Ama çok güzel. O bir de nerede var biliyor musun? Nerede ilk gördüm tam onu… Bir yerde komiser soruyor soruyu, ondan sonra Marsilya’da şarap ve ekmekten bahsetmeye başlıyorlar. “Ama sorunu unutmadım” diyor sonra. Konuşup konuşup, “ama sorunu unutmadım” diye geri dönüyor konuya. “Evet cevap vereceğim” diye. “İşte” dedim, “bu Özgür”!

ÖM: Çünkü komiser karakteri edebiyattan, metaforlardan falan bahsediyor. Yazı yazmak üzerine ve kitap üzerine yazarken aynı anda roman olduğu için düşünüyordum bir yandan. Nasıl bir şey acaba kitap yazmak? N’apıyorum ben? diye. O düşündüklerimi de biraz komiser anlatmış oldu aslında.

TK: Ne bakımdan?

ÖM: Bir kere etimolojinin çok üzerine gidiyordum kitabı yazarken. Her şeyin etimolojisinin üzerine gidiyordum. Mesela komiser etimolojiden doğrudan bahsediyor. O kadar çok etimoloji üzerine çalıştım ki bir rahatlamak istedim. Bir karakter de ondan konuşsun istedim.

TK: Nerede mesela özellikle?

ÖM: Kullandığım nerdeyse her şeyde. Karakter isimlerinde bile, mesela Sahir. Hem gece, hem sihirbaz demek.

Image

“Kitapta gerçek olmayan, uydurma olan bir ‘Boğa Kaçkını’ var. Onun haricindeki çoğu şey gerçek. Yine kitapta yer alan, İsviçre’de bir anarşistin daha sonradan Müslüman olup Kahire’de bir dergi çıkarmış olması da gerçek mesela.”

TK: Evet, kitaptaki birçok ismin başka anlamları var ve bunlar çok etkileyici unsurlar. Çok hoşuma gitti. Biraz bilgi pornosu.

ÖM: Kitapta gerçek olmayan, uydurma olan bir “Boğa Kaçkını” var. Onun haricindeki çoğu şey gerçek. Yine kitapta yer alan, İsviçre’de bir anarşistin daha sonradan Müslüman olup Kahire’de bir dergi çıkartmış olması da gerçek mesela. Sonradan kitapta geçen hareketi yapmamış. Söylemeyelim şimdi sonunu ama oraya kadar doğru.

TK: Herkes var kitapta zaten canım. Kropotkin var, Jumbo var. Kimler var başka? Epey bir insan var. Jumbo da gerçi hikâye…

ÖM: Mesela kitapta iki tane gazete kupürü var. Onları gerçek kupürlerden çevirdim. O yüzden “bir Avusturalya gazetesinde çıkmış” diyor, çünkü o bahsettiğim saray darbesine ilişkin internette bulabildiğim, o döneme ilişkin bir gazete kupürü. Bir Avusturalya gazetesi arşivini açmış, oradan karşıma çıktı.

TK: Baya acayip başka cümleler de var… Mesela şu: “Düelloyu istilzam eden hakaretler, haksız muameleler, bir insanın ölmesini veya öldürmesini mucip olarak ahvalden midir?” Bunları nereden buldun ya?

ÖM: Bir tarih makalesinden buldum. Onlar da doğru, gerçek.

TK: Kesin doğrudur ama bu gerçekten delilik… Devam ediyorum: “Bu hakaretler, haksızlıklar ekseriya müphem mahiyetsiz şeylerdir. Namus kan ister dendiği çoktur, acaba bu hangi namustur? Asıl namusun onu ehemmiyet vermemek kendi vücudunu…” daha da devam ediyor böyle…

ÖM: Şunu düşündüm. Karakterimiz düellodan kaçınmak isteyecek ve bir gayrimüslimle düello yapıyor. Adamın bir şekilde bundan yırtması lazım. Bundan Müslümanlığıyla yırtabilir ancak. Diyecek ki, “İslam’da bu yasaktır, günahtır”. İslam’da düellonun gerçekten yasak olduğunu tahmin ettim ama bunu bilmiyordum. Oturup araştırdım. Hakikaten bu konu hakkında risaleler yazılmış. Hem hukukçular yazmış, hem tarihçiler yazmış. Hatta bir kadı kararı buldum. O kadı kararında Karaçiyano diye bir karakter düello yapmış.

TK: Hakikaten mi ya? O benim atamdır. Karaçelik – Karaciano.

ÖM: İşte o yüzden de Karaçiyano’yu koydum. İsmi çok fonetik. Hoşuma gitti. Gerçekten düelloya gitmiş ve gerçekten de ceza almış. İşte o sebepten düello yasak.

TK: Bu kelimeyi uzun zamandır duymamıştım: “mebzul”. “Mebzul miktarda”. Böyle kelimeleri tekrardan duymak hoşuma gitti. Dolayısıyla karakterlerin konuşma biçimiyle ilgili konuşmak istiyorum. Benim en takık olduğum şeydir bu…

ÖM: Biliyorum. Sen çok iyi diyalog yazarısın. O yüzden sen okurken biraz da çekindim, ne yalan söyleyeyim.

TK: Karakterlerin bir çoğu farklı konuşmuyor birbirinden. Ben de şunu merak ettim dolayısıyla, yazar olarak ne zaman konuşup ne zaman sessiz kalman gerektiğini ne zaman düşünmeye başladın? Çünkü bir noktadan sonra öyle oluyor ya…

ÖM: İşte onun ufunetini atmak için komiseri koydum. Bir de şöyle bir şey yaptım, farkındaysan hikâyenin kurucu babaları diyebileceğimiz Arif ile Pierre’in hikâyesini Sahir karakteri bir tiyatro oyunu olarak yansıtıyor.

TK: O çok güzel fikir bu arada. Çok güzel bir geriye dönüşü Yarasalar Haklıdır Arif Bey diye ayrı bir bölümde bir tiyatro oyunu olarak anlatmışsın.

ÖM: Kitapta Arif ile Pierre bir kere daha evvel bir zamanda konuşuyorlar. Dolayısıyla bir geriye dönüş yapmam lazım. Ve fark ettim ki, o iki karakterin konuşması Sahir’in konuşmasını andırıyor. Ben de o zaman dedim ki, bunları Sahir’e bir tiyatro oyunu olarak yazdırayım. Karakterlerden biri bir defter buluyor. Görüşeceği ama görüşeceğini bizim bilmediğimiz bir adam ona mesaj gönderiyor gibi bir şey. Ve aslında onu evlat edinen adamın ve kendisini de zamanında evlat edinmiş olan adamla bu Barış Makinesi’nin kurucusu olan, ilk fikri ortaya atan Pierre diye bir Fransız’ın arasındaki konuşmayı tiyatro oyunu olarak yazmış Sahir. Bu adam da anlamıyor tabii. Oyunu okuyor. Böylelikle o iki karakteri Sahir’in ağzından anlattığım için o iki karakter aslında hiç konuşmuyorlar. Onlar Sahir nasıl anlattıysa, öyle konuşuyorlar.

TK: Evet bir anlamda karakterlerin farklı olmadığını anlıyoruz. Yani doğru bir karakter olduğunu çünkü oradaki Arif Bey de öyle davranıyor. Hani karakterleri bütünlüklerinden yakalıyoruz belki de.

ÖM: Evet, diyalog işi çok zormuş. Karakterler ister istemez birbirine benzer konuşuyor ilk başta. Aslında bu bir acemilikti bir yandan. Onu nasıl çözeceğime bakarken bir karakteri sürekli aynı laflara ittirmek bir yöntem olabilir diye düşündüm ve biraz onu kullandım.

Image

“Ve çok bölüm de attım kitaptan. Herhalde bir otuz-kırk sayfa atmışımdır. Hiç kıymadım yani. O da biraz senden öğrendiğim bir şey. Montajda atman gerektiği hep bildiğimiz bir şeydir ya… Sarmaşık’ın ilk halini izlemiştim. Sonra da son halini izledim. Ve çok daha iyi olduğunu fark ettim. Biraz da bana ilham verdi.”

TK: Ama kitapta daha da zor bu Özgür. Oyuncuda tavır yaparsın, dudak hareketi yaparsın falan ama bir de seçtiğin ağdalı bir zamanı onlara hissettirmeye çalışıyorsun.

ÖM: Evet, zormuş sahiden. Biraz Osmanlıcayı kullanman gerekiyor. Ama çok kullanırsam da okur takip edemez. Bu arada çok bölüm de attım kitaptan. Herhalde bir otuz-kırk sayfa atmışımdır. Hiç kıymadım yani. O da biraz senden öğrendiğim bir şey. Montajda atman gerektiği hep bildiğimiz bir şeydir ya… Sarmaşık’ın ilk halini izlemiştim. Sonra da son halini izledim. Ve çok daha iyi olduğunu fark ettim. Biraz da bana ilham verdi. Demek ki kesmek gerekiyormuş. Kıyacaksın yani. Hep saldırdım, özellikle en sevdiğim yerlere saldırdım. Çünkü oralarda biraz işin şehvetine kapılıyorsun. Kendi sesine âşık oluyorsun ve bir şeyi yazıyorsun da yazıyorsun. Çok hoşuna gidiyor ama o kısmı çıkardığın zaman hikâye aslında akmaya devam ediyor.

TK: Somut olması da insanın bir hoşuna gidiyor.

ÖM: Onları hep çıkardım. Aslında daha kalın bir kitap olacaktı.

TK: Kalın, ne manada kalın?

ÖM: İşte ben biraz o konuda takıntılıyım. Egemen sürekli dalga geçiyor, “önemli olan boyutu değil işlevi” diye. O durum biraz doktora tezinden kaynaklanıyor. Onun belli bir sınırları var ya. En azından bir 300-350 sayfa olması gerekiyor. Fransa çok kapsamlı istiyor tezi. O bende müthiş bir travma yaratmıştı beş-altı sene boyunca. Allah’ım nasıl yetişeceğim oraya? Yazamayacağım, 200’de 250’de kalacağım galiba derken o bende bir travma bırakmış. Ama işte senin de sayende, aslında farkında olmadan yaptığın bu katkıyla, o montaj işinin ne kadar önemli olduğunu gördüm.

TK: Kitabın son üçte birlik bölümüne geldiğim zaman çok daha kendine güvenen çok daha ne anlattığının arkasında duran ve tamamen olayın ruhunu anlatan bir yazar gördüm. O çok daha keyifliydi. Bir sonraki kitabın için çok ümitliyim. Kronolojik mi yazdın?

ÖM: Yok kronolojik yazmadım ama son üç-dört bölümü en son yazdım çünkü mevzuyu sona doğru anladım. Kendime güven geldi hakikaten. “Hah tamam hikâye bu” dedim. Onun dışındakiler karman çorman biraz… Yalnız yazarken, “Ya nasıl bağlayacağım ben bunu” gibi bir hissin de oluyor tabii. Bir şekil bağlanır diyerek devam ediyorsun ama…

TK: Baştan sona bilerek yazmadın mı?

ÖM: Hayır, makinenin çalışıp çalışmayacağını bile bilmiyordum. Öyle bir dağıldım. Ama ana fikri biliyordum. En son vermek istediğim hissi biliyordum. Yani ondan emindim.

TK: Sonu zaten çok güzel bitiyor.

ÖM: Ama nasıl yazacağım hakkında bir fikrim yoktu. Sonra onu buldum. Onu bulduktan sonra rahatladım. Diyaloglar akmaya başladı. Bu arada tiyatro oyununda Sezin’in (Akbaşoğulları) çok katkısı oldu. Onun fikriydi aslında. Ben ortaya onu bir hikâye olarak yazmıştım. Bir defterde bir hikâye buluyordu. Sezin de dedi ki: “Burada çok diyalog var ve karakterlerin konuşma tarzı Çehov oyunlarını andırıyor. Bunu niye bir tiyatro oyununa dönüştürmüyorsun?”

TK: Bence çok iyi fikir. Kitaptaki en iyi fikirlerden bir tanesi.

ÖM: “Ben hiç tiyatro oyunu yazmadım” dedim. Ortaya koymak ve geriye dönüş yapmak benim fikrimdi ama tiyatro benim fikrim değildi. Ben yazamam tiyatro falan derken, “Yazar değil misin? Tiyatro da yazarsın, roman da” dedi. “Olabilir” dedim. “Peki o dönemden bana birtakım oyun metinleri verir misin?” dedim. Ipsen, Çehov ve bizde yazılmış formatlardan yararlandım. Sezin Akbaşoğulları’na bir selam gönderelim buradan.

TK: Kitapta benim en sevdiğim karakter Céline galiba…

ÖM: Benim öyle.

TK: Çok klişe olabilecekken klişeye hiç düşmüyor, o güzel.

ÖM: O yüzyılda özgür kadınlar var. Céline karakterini yazarken onlardan ilham aldım. Maddi imkânı olan, sanata düşkün ve tek eşli ilişkiye girmeyen, cinsel özgürlüğe belki de ilk kez sahip olan kadınlar var. O çağda ilk defa güçlü bir şekilde dışarı çıkabilen, kocaları olmayan, babaları olmayan, onlara mahkûm olmayan kadınlar… Arjantinli bir heykeltıraş orda bana ilham verdi. Adı Lola Mora. Benzer bir karakter. Resim de yapıyor. Fransa’ya da gidiyor. Kendi ayakları üzerinde duran, o dönemki iyice erkek egemen bir toplumdaki güçlü kadın karakteri benim hep hayran olduğum bir karakterdir. Biraz o yüzden de o karakteri öyle yaratmak istedim. Farkındaysan cinsel sahnelerde biraz onun tahakkümü var. Biraz öyle bir şey katmaya çalıştım.

TK: Bir yerde “Gazetelerle, romanlarla, hele hele şu yeni çıkan hareket eden fotoğraflarla herkes tedavi edilebilir. Biraz vakit alır ama insanlar kendi iradeleriyle hem de tabiata isyan etmeden barışa varabilir” demişsin.

ÖM: Ben demiyorum bir karakter diyor.

TK: Evet yani demiş. Bunu Sahir dedi galiba.

ÖM: Sahir diyor, evet.

TK: Sanatın böyle bir şeyi gerçekleştirebileceğine inancın var mı hakikaten?

ÖM: Uzun vadede var ama kısa vadede bütün bu yöntemler bir propaganda aleti olarak da kullanılabilir ki bunu, sonradan nasıl kullanılabileceğini gördük zaten Hitler döneminde vesaire. İşte bambaşka lanetli bir şey olarak da kullanılabilir ama uzun vadede eninde sonunda öyle bir iyimserliğim var. Yani sanat dediğin şey insanın ruhunu yücelten bir şey ya hani. Çok değişik bir şey söylemiyorum ama ben buna çok inanıyorum çünkü bir şey okuduğumda, iyi bir şey izlediğimde daha iyi bir insan olduğumu hissediyorum ve o his çok paha biçilmez bir his. Başka da bir şey vermiyor sana onu. Ona bir inancım var çünkü kendimde görüyorum. Hakikaten bir gıdım daha iyi bir insan olduğumu hissediyorum. İnanıyorum yani ama elbette çok vakit alır.

TK: Sahir karakteri benim çok ilgimi çekiyor. Çünkü Sahir’in garip bir tarafı var; bir yandan çok gerçekçi karakter, bir yandan da demokrasiyi böyle güç kullanarak da empoze edebileceğine inanan biri. Şunu anlamadım; Sahir’in yarattığı projeksiyondaki fikir Arif Bey’in ve Pierre’in de fikri mi, yoksa Sahir’in kendi fikri mi? Sahir bir dolandırıcı mı?

ÖM: Sahir’in kafası çok karışık bence. Kitap insanlık hakkında tam bir hüküm vermiş bir kitap değil; insanlık hem iyi, hem kötü, ikisi beraber. Sahir de hem iyi hem kötü bir insan. İkisini aynı anda bünyesinde taşıyor. Bir o tarafa, bir bu tarafa kayıyor. Aslında bence halisane bir niyeti var. Mesela Amerika’nın işgal ederek demokrasi getirmesini düşün… İnsan hakları emperyalizmi dedikleri hikâye. Hillary Clinton mesela işgal ederek demokrasi getirebileceğini düşünüyor. Bunu kullanan da çok ama buna gerçekten inananlar da var. Biraz da onu sembolize etsin diye öyle yaptım. Sahir’in buna inandığını düşünerek yazdım.

Image

“Eskiden videocular varken videocu kendisi yazardı filmlerin çeşitlerini ve bayılırdım onlara. ‘Gençlik–macera’, ‘aile–komedi’ GİBİ deli saçması şeyler. Bana kalsa ben romanım için ‘avantür’ derim.”

TK: Peki var mı başka bir şey yeni?

ÖM: Bir tane daha kitap fikrim var. Distopya düşünüyorum. 2000’lerin sonlarında İstanbul’da geçsin istiyorum ama bütün dünyayla alakalı olacak. Alternatif bir tarih üzerine binmiş bir distopyadan bahsediyorum. Şunu düşünüyorum, robotların da insanlarla beraber dünyada olduğu ve robotların online olduğu için ortak bir şuuru olduğu bir durum. Yani tüm robotlar birbiriyle bağlantılı olacak aslında. İnsanlarda olmayan bir şey.

TK: Ortak bellek.

ÖM: Evet. Bu kitabın sonunda da biraz ortak şuur meselesi var. Robotların ortak bir şuuru olacak çünkü. Biz robotlu filmlerde ya da kitaplarda hiç onu düşünmüyoruz. Bireysel duruyorlar. Ama birbirleriyle hep bağlantıları olacak, online bir durum var çünkü. Bu hafıza, ortak bilinç konuları beni ilgilendiriyor ve bunun iyi bir araç olduğunu düşünüyorum bu konuyu anlatmak için. Robotlar arasında böyle bir durum var ve biz zavallı insanların karşısında çok acayip bir güçleri olacak.

TK: Bir tanesi isyan ettiği zaman hepsi isyan etmeyi öğrenecek yani.

ÖM: Ya da onu önceden görecek ve tedbir alıp ondan uzak duracaklar. Garip, tuhaf bir güvenlik devleti de olabilir robotlar arasında bu sefer. Herkes herkesin yaptığını biliyor. Hep insanlar arasında diye düşünüyoruz ya bağları, robotlar arasındaki bağları düşünüyorum. Ama netleşmiş değil. Sadece anahtar kelimeler var henüz yani.

TK: Peki bu kitabın sence janrı neydi? Bana da filmimle ilgili sordukları için sana soruyorum adilik olsun diye.

ÖM: Ya onu geçen röportajda da sordular. Bilemedim ben de.

TK: Psikolojik gerilim de, kara komedi de.

ÖM: Eskiden videocular varken videocu kendisi yazardı filmlerin çeşitlerini ve bayılırdım onlara. “Gençlik-macera”, “aile-komedi” gibi deli saçması şeyler. Bana kalsa ben romanım için “avantür” derim.

TK: Ne demek o?

ÖM: Macera romanı işte. Bana kalsa öyle derim. Yani “tarihi roman” dersin, “polisiye roman” dersin.

TK: Fransızca söyleyince çok daha entelektüel tınlıyor.

ÖM: Herhalde! Efendime söyleyeyim, aslında tarihi polisiye tarafı var. Ve evet, bitti galiba. Tarihi polisiye işte.

TK: Fantastik tarihi polisiye.

ÖM: Biraz hafiyelik var, birazcık ajanlık var. Senden fazla konuşamadık. Biraz da senden konuşalım. Sen benim kitabım hakkında ne düşündün?

TK: En çok hoşuma giden ne oldu biliyor musun? Çavdar Tarlasında Çocuklar’da Holden Caulfield söylerdi, “kitap okuduğum zaman bazen yazarı arayıp çok yakın bir arkadaşımmış gibi sorular sormak istiyorum” diye. O düşü gerçekleştirdim ben bugün.

ÖM: Aynen öyle, ama bir yandan da çok yakın arkadaşım olduğun için arayıp sorabilirdin.

TK: Yakın bir arkadaşının roman yazması o yüzden çok güzel bir şey işte.

ÖM: Film çekmesi de öyle. Çok eğlenceli bir şey. Mesela Sarmaşık’ı izledikten sonra sana bin tane soru sordum. Çok büyük bir lüks sahiden.

TK: Bin bir cevap bile vermedim ama yine de kırılmadan devam ettik.

ÖM: Bazılarının cevabı sende de yokmuş. Çünkü bazı şeyleri omuriliğinden geliyor da yapıyorsun, tam bilmiyorsun niye yaptığını. Öyle bir durum var.

TK: Melankoli, kitapta en çok geçen şeylerden bir tanesi. Hatta sonuna kadar melankoli hep var.

ÖM: Var. Melankoli hep var çünkü ben uzun zaman hep melankolik bir insan olduğumu düşündüm. Ve melankoliyi hak etmediğimi fark ettim. Kitapta Céline’in Celal’e ettiği, Aristoteles’in bir lafı var bununla ilgili. Çünkü, melankolinin meşru bir şey olması lazım. Çok yaratıcı, çok acayip, dahi insanların hakkı olması lazım. Öbür türlüsü şımarıklıkmış gibi gelmeye başladı ve bu düşünce beni melankoliden çıkardı aslında.

TK: Teyze tokadı yemişsin sen.

ÖM: Biraz öyle oldu. “Melankoliyi hak edecek ne yaptım ya” dedim. Bir şey çıkar oradan normalde. Bir şey de çıkmıyor. Hıyar gibi kendi kendine melankolik duruyorsun yani. Ağır depresyon yaşamadım ama karakterimin altını çizen bir melankoli durumu vardı. Bir sinamekilik. Biraz onunla yaptığım mücadeleden bahsetmek için melankoliden bahsetmek istedim.

TK: Dönemi de biraz tamamlıyor.

ÖM: Biraz öyle ama dönem öyle bir dönem ki her yola giriyor.

TK: Bana da yosun kaplamış bir dönemmiş gibi geliyor. 1900’lerin başı deyince hani böyle 1920’lere gelelim biraz dağıtalım, savaş bitmiş falan.

ÖM: Tabii sen sefahat seven bir insan olduğun için… Ama ona “Belle Epoque” diyor Fransızlar. Çok güzel bir dönemdir o. Bu kitap o dönemde de geçiyor olabilirdi.

TK: Bir şey patlayacak. Savaş geliyor hissi var. Benim şu anda hissettiğim şey de o.

ÖM: Benziyor zaten. I. ve II. Dünya Savaşı öncesiyle şu an arasında bir benzerlik var. Sisteme karşı bir isyan var. Veya aşırı sağa ya da aşırı sola bir gidişat var. Avrupa’da da başladı. Ciddi bir ekonomik krizin ortasındayız. Ve “bundan sonra hep barış gelecek”, “olaylar bitti”, “tarihin sonu” diye kitaplar yazıldıktan yaklaşık yirmi sene sonra falan buradayız. O zaman da öyle olmuş işte. Tarihin sonu dediğin zaman tarih sana tokat atıyor. İki tane McDonald’s’ı olan devlet savaşmaz dediler. Rusya ile Gürcistan savaştı. Kötü bir dönemdeyiz yani…

Image
  1. Portrelemenin biraz daha “dürüst” yolu: Amir H. Fallah

    “İranlı olduğum için insanlar gördüklerinin doğrudan baş örtüsü ya da çarşafa bir referans olduğunu düşünüyor ama gerçekten amacım bu değil.”

  2. “Varlığımın sahneyi değiştirmemesini isterim”: Cheryl Dunn

    New York’un sürekli devinen ruhunu en iyi sokakları anlatabilirse, Cheryl Dunn da sokakları ve yaratıcı ruhları en etkileyici şekillerde anlatan fotoğraf ve belgesel sanatçılarından biri olabilir.

  3. “Bir makine düşlemek”: Özgür Mumcu – Tolga Karaçelik

    Özgür Mumcu’nun haziran başı yörüngeye oturan ilk romanı Barış Makinesi’ni Mumcu’yla karşılıklı irdeleme işini, geçtiğimiz yıla Sarmaşık filmiyle damga vuran yönetmen Tolga Karaçelik’e bıraktık.

  4. Dergi yaratma ve saklama tutkusu: Basılı inatlar

    Nefes kesici bir şeyler basmaya çalışma ve onları saklama tutkusu baki diyerek ilham verici bazı fikirlere dalıyor ve sözü basılan dergilere bırakıyoruz.

  5. “Hayat gibi müzik de sürekli değişken”: Cem Yıldız

    “Beslendiğim nokta tamamen gelenek. Elektronik müziği çok seviyorum ama kendime çok sade bir şekilde sazcıyım diyebilirim. Bağlama kadar çok sevdiğim bir enstrüman daha yok.”

  6. Yakmalı mı, yayınlamalı mı: Geride kalan kayıtlar

    Prince’in binlerce kayıtla dolu gizli kasasından hareketle, müzisyenlerin yayınlandığına tanık olamadıkları albümlerini hatırlıyoruz.

  7. Aynı sonik dünyanın farklı yüzleri: Dieterich & Barnes

    Bir gün The Coral Casino’ya gel, hayatın tadını çıkar!

  8. Artık yalnız ve daha kararlı: Nite Jewel

    “Müzik yapmaya başladığım ilk zamanların şerefine her şeyi kendim yapmak istedim.”

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. “Şarkılara gereken saygıyı göstermek”: Who Are We Who We Are

    Berke Can Özcan ve Feryin Kaya’yla son dönemlerde epey hareketli olan plak şirketleri üzerine.

  11. A’dan Z’ye: Damon Albarn

    Yıllar sonra 23. İstanbul Caz Festivali kapsamında bir kez daha buluşacağımız Damon Albarn’ın kariyerine dair A’dan Z’ye her şey!

  12. Tribeca Film Festivali: Üç zihin açıcı belgesel

    Geçtiğimiz nisan ayında gerçekleştirilen Tribeca Film Festivali’ni takip eden Merve Kayan, festivalin dikkat çeken belgesellerinden All This Panic, Obit ve The Last Laugh’ı gördü ve Bant Mag. için kaleme aldı.

  13. Švankmajer, kitle fonlaması ve kültür endüstrisinden kaçış: Böceklerin bağımsızlığı

    Sanat sinemasının usta yaratıcılarından Jan Švankmajer ve Alejandro Jodorowsky’nin son filmlerini finanse ederken yardım aldığı kitle fonlaması yöntemi, uzun süredir tüm dünyada endüstriyel üretim mecburiyetine yaratıcı bir alternatif sağlıyor.

  14. 69. Cannes Film Festivali: Tüm sezon konuşulacak otuz film

    Bu yıl 11-22 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen 69. Cannes Film Festivali’nde yine onlarca film izleyici ve sektör karşısına çıktı, geriye yıl boyu konuşacağımız bir avuç önemli film kaldı.

  15. “Rams” ve “Belgica” bu ay vizyonda: Beyazperdenin husumetli kardeşleri

    Haziran ayında gösterime giren iki bol ödüllü film Rams ve Belgica’nın ortak özelliği, birbiriyle husumet içerisindeki, dalgalı ruh halli kardeşlik ilişkilerini mercek altına alması... Kardeş kardeşe bunu yapmaz dedirten yakın tarihli filmleri değerlendirmenin şimdi tam sırası.

  16. Murat Meriç’in kaleminden Türkiye hikâyeleri: 100 Şarkıda Memleket Tarihi

    “Nereden bakarsanız bakın, Türkiye tarihini güler yüzle yazamıyorsunuz çünkü çok acılar çekilmiş, hâlâ çekiyoruz.”

  17. “Hayvanların vahşiliğiyle ilgileniyorum”: Toufic Hamidi

    9 Temmuz’da Bant Mag. Mekân’da açılacak Mevsimler – Fasıl II sergisinde işlerini göreceğimiz Toufic Hamidi’yle deneme, deney ve üretime yaklaşımı üzerine.

  18. Dalgalı deniz, deforme figürler: Sedat Girgin

    9 Temmuz’da Bant Mag. Mekân’da açılacak olan Mevsimler - Fasıl II sergisinde yeni bir dizi işiyle karşımıza çıkacak Sedat Girgin’le çizgileriyle yarattığı dünya ve hazırladığı yeni çalışmalar üzerine...

  19. “Varoluşumuzu onurla ve gururla göstermek”: İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası

    “Biliyoruz ki ‘aşk örgütlenmektir’. Bu yüzden, aşk, arzu, dostluk, eşitlik, özgürlük, adalet, barış, emek, umut, yaşam, dayanışma ve sokakta olmak için, örgütleniyoruz.”

  20. İlişkimiz eski, dostluğumuz baki: Köpek

    On binlerce yıldır sevgimizi de kahrımızı da esirgemediğimiz sevgili dostlarımız köpeklere dair bir takım bilgiler, öyküler ve anekdotlar.

  21. Kendini sıkışmış hissedenlere ilaç gibi mizah: KALT

    Son dönemin en heyecan verici oluşumlarından biri olan KALT’ın kurucularını karşımıza aldık ve merak ettiğimiz ne varsa sorduk!

  22. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler