Yorumlamalı Görüşler
Yazı: Alex Mazonowicz
“Bir şiire asla o kadar çok bağlanma, gerçeğin şiirsellikten uzak olduğunu unutursun.” Joanna Newsom, En Gallop
Geçenlerde bir arkadaşım, bir toplama albüm için hazırladığı parçasını gönderdi bana. Fikrimi öğrenmek maksadıyla mı göndermişti pek emin değilim ama ben yine de söyleyiverdim. Şaşırtıcı bir şekilde şarkı sözlerinin ne demek istediğini tahmin edebilmişim. Yani tabiî, duygularımı kırmamak için bana öyle söylemiş olma ihtimali de var. Bir şarkıda anlatılanı bambaşka bir şekilde anladığınız anlar ne sıklıkta oluyor? Çok sıktır, eminim. Açıkçası, genel olarak sanatla ilgili en harika şeylerden biri bu, bilhassa da pop müzikle… Yeni durumlarda, yeni anlamlar yüklenmek için bağlamının dışına çıkıyor. Yazıldığı dönemle, kendisini var eden sosyal paradigmalar ve coğrafyayla tüm bağlarını koparıyor.
Bir şarkı bir kere popüler kültürün bir parçası hâline gelmişse şarkıyı yazanın artık o eserini kontrol etmesi mümkün olmadığından, bu konuyu tartışmaya açmak da gereksiz kalıyor. Ama yine de bazı müzisyenler şarkılarını kontrol etmeyi deniyor. 2010’da The Smiths’in gitaristi Johnny Marr, Twitter’da şöyle yazmıştı: “The Smiths’i sevdiğinizi söylemeyi bırakın! Hayır, sevmiyorsunuz. Size onu sevmeyi yasaklıyorum!” Bunu İngiltere’nin muhafazakar başbakanı David Cameron’ın katıldığı bir radyo programında en sevdiği The Smiths şarkısının “This Charming Man” olduğunu açıklaması üzerine söylemişti. Geçtiğimiz kasım ayında ise, İngiltere’nin kuzeybatısında yer alan Hull kültür başkenti olarak ilan edilince Cameron, buradan çıkmış, 1980’lerin pop grubu The Housemartins’e övgüler yağdırmıştı. Grubun üyelerinden Paul Heaton ise şöyle bir soru yöneltti: “İzlediği politikalara ve zengin arkadaşlarına yönelttiğimiz saldırılardan en çok hangisini beğendi acaba?”
Sonradan The Beautiful South grubunu kuran Paul Heaton sol politik görüşleriyle biliniyor. Şarkı sözü yazarı ve solisti olduğu gruptaki herkesin eşit miktarda para almasını sağlıyor. Cameron ise diğer taraftan, sağ kanatta yer alıyor. Hükümeti binlerce engelli ve muhtaç insanı fakirliğe sürükleyerek sosyal destek ödemelerini kaldırmıştı. The Housemartins’in Marksist içerikli şarkı sözlerini gerçekten dinlemiş olduğu şüpheli…
Paul Weller’ın da benzer sorunları olmuştu. The Jam’in varolduğu yıllarda Weller, ülkenin paralı liselerinden Eton’a ait askerî birliklerin, işten çıkarılmış Right-to-Work protestocularına saldırdığını anlatan bir haberi izledikten sonra “Eton Rifles” diye bir şarkı yazmıştı. Cameron bu birlikte olduğunu kabul etmiş, daha sonraları ise “Eton Rifles”ın en sevdiği şarkılar arasında yer aldığını söylemişti. Bunun üzerine Weller da New Statesman dergisine şöyle dedi: “Hangi kısmı anlamadı acaba? Askerî birliktekiler kafaları bulurken dinlesin diye yazılmış eğlenceli bir şarkı değil ki bu.”
Düşünsenize, sizin karşısında olduğunuz her şeyi savunan, en nefret ettiğiniz politik figürlerden biri sizinle aynı müzikleri seviyor. Hem The Jam hem de The Housemartins hayranı biri olarak söyleyebilirim ki insanların, inandıkları şeyin tam tersini savunan şarkıları sevebiliyor olması inanılmaz geliyor bana.
Bu durumla ilgili varabileceğim tek sonuç Cameron’ın İngiliz sol hareketinin zemininde yer alan hissi ve mücadeleyi anlıyor olduğu ama piçin önde gideni olduğu için kendisinden başka kimseyle ilgilenmeye tenezzül etmediği yönünde. Neoliberal politikaların vaatlerine inanmıyor, insanların fakirleşmesini umursamıyor.
(Bu arada, muhalefet partisinin lideri, İngiltere’nin parlayan umudu Ed Milliband de Robbie Williams’ı seçti. Bazı insanların boktan bir müzik zevki var.)
Peki yine radyo programında Cameron ne diyor: “Protesto şarkıları dinleme izni neden sadece sol görüşlülere veriliyor, anlamıyorum.”
Bu tamamen Cameron’ın zerre fikir sahibi olmadığını gösterir. Kimse ona protesto şarkıları dinlememesi gerektiğini söylemiyor. Tam tersine, bu şarkıları dinlemesi, ama daha dikkatli dinlemesi söyleniyor çünkü bunların hepsi Cameron’a karşı duruyor. Bu şarkılar seni protesto ediyor ve sizin kocaman kötücül piçler grubu olduğunuzu söylüyor.
Carlos Santana’nın Arsızlığı ve Steven Wilson’ın Saygı Duruşu
Yazı: Emre Karacaoğlu
Santana’nın ticarî kariyerinin zirvesi olan ve hattâ ona “En Çok Satan Latin Amerika Menşeli Albüm” rekorunu getiren ’99 seneli Supernatural’daki “Love of My Life”ı her zaman çok sevdim… Ta ki Santana’nın şarkının o muhteşem ana temasını Alman besteci Johannes Brahms’tan aparttığını fark edene dek: “Love of My Life”ın ardından bir de Brahms’ın “Senfoni Nr. 3: Poco Allegretto”yu bir dinleyin bakalım. Ezginin temposunu hızlandırıp elektrogitarda hafif staccatolu çalmış, Santana. Ve albüm kartonetinde de Brahms’ın bir bahsi geçmiyor. Santana şarkının bestecileri olarak kendini ve Dave Matthews’ü sıralarken, en azından “Brahms’tan esinlenilmiştir,” gibi bir şey diyebilirdi, değil mi? Sonuçta Brahms’ın besteleri kamuya mal olmuş durumda zaten; Santana kimseye bir kuruş ödemeyecekti. Hattâ böylelikle de o büyük besteciye bir “saygı duruşu”nda bulunmuş olacaktı.
İkinci Yeni şairi ve dil üstadı Cemal Süreya’nın başta edebiyat olmak üzere sanata dair düzyazıları birçok konuya ışık tutmakta. Toplu Yazılar 1’deki bir yazısında, bu örneklediğim “esinlenme” mevzuu hakkında âdeta kuramsallaşacak ifadeleri var. Garipçi şair Oktay Rifat’ın sanatta taklidi övdüğü ve geri kalmış ülkelerde bunun bir elzem olduğunu savunduğu yazıdan yola çıkarak şunları söylüyordu: “…Ne var ki Bay Oktay Rifat’ın yanıldığı bir nokta vardı. Taklit ne idi acaba? Başka bir sanatçının biçimlerini, onun kendine öz metodlarını, stilizasyonunu mu almak, yoksa sadece o sanatçının konularından, bazı genel biçim değişikliklerinden mi faydalanmak? Oktay Rifat bunların ikisini birden ayırmıyor, yani tam anlamıyla taklidi savunuyor, benimsiyordu. Bence yanlış bir görüş bu. Taklit sanatın S’sine aykırıdır. Kişiliğe aykırıdır. Sürrealist şairler kendilerini samimî bir aile çerçevesi saydıklarından mısra, imaj alışverişleri çok olurdu. Ama faydalanmak başka, taklit yine başka…” Hattâ ardından, Cahit Sıtkı Tarancı’dan doğru bir “etkilenme” örneği veriyordu: “Oysa ki mesela, Cahit Sıtkı, Apollinaire’in: ‘Je passai au bord de la Seine/Un livre ancien sous le bras’ mısralarını (Seine’in kıyısından geçtim/Kolumda eski bir kitapla), ‘Geçtim bir akşam Sadabat’tan / Koltuğumda Nedim divanı’ şeklinde kullanırken onlara nasıl damgasını vurmuştur, nasıl kendine mal etmeyi bilmiştir.”
Süreya’nın analizinin ışığında, müzikteki güzel bir “etkilenme” örneğini dinlemek için Porcupine Tree’nin 2009 yılına ait “The Incident” albümündeki “Time Flies”ı açıyorum. Şarkının akustik gitar ritmi, Pink Floyd’un “Animals” albümündeki “Dogs”u andırıyor. Ortalarda bir yerde giren, tam akorlarla çalınan elektrogitar yürüyüşü de aynı Pink Floyd albümünde yer alan “Sheep”teki bir kısma o kadar benziyor ki Porcupine Tree’nin beyni Steven Wilson gibi sıkı bir prog rock dinleyicisi ve müzisyeninin bunu bilerek ve isteyerek yaptığına kanaat getiriyorsunuz. Zaten şarkıda bir de Pink Floyd’un The Dark Side of the Moon albümündeki “Time”ın girişini hatırlatan, durağan, delay efektli gitarlı kısmı da duyunca kani oluyorsunuz: Steven Wilson, dinleyerek büyüdüğü üstatlarına çok klas bir saygı duruşunda bulunuyor. “Time Flies”ın sözlerinde de “Ben ’67’de, Sgt. Pepper ve Are You Experienced?’ın yılında doğdum” diyerek hangi dönem ve müzisyenlerin etkisinde kaldığını ve “Lütfen puronu içmeyi keser misin?” mısrasıyla da aslında “Have A Cigar” isimli şarkının sahibi Pink Floyd’u parmağıyla gösterdiğini fark ediyoruz.
Santana’nın “Love of My Life”ını sizin için bitirdiysem, gerçekten üzgünüm… Ama birisinin bu arsızlığı aydınlatması gerekiyordu!