Her çektiği filmle, başka bir türe, epey farklı dünyalara yolculuk eden yönetmenlerden François Ozon ve Spike Lee’yi bu ay vizyonda ağırlıyoruz. Onlara, geçtiğimiz Filmekimi’nde The Look of Love’la karşımıza çıkan Michael Winterbottom da eklenince, daldan dala konan bu yönetmenlerin ne işler karıştığını didiklememek olmazdı…
FRANÇOIS OZON
(Jeune & Jolie, 27 Aralık)
Ozon’un 40’lı yaşlarının ortalarına dayanmış olmasına rağmen hâlen Fransız sinemasının genç yönetmenlerinden biri olarak anılmaya devam etmesinin bir nedeni var. Kariyerinin ilk başlarından bu yana, ister kısa, ister uzun, ister orta metrajla karşımıza çıksın, Ozon daima seyircisini şaşırtmayı, ters köşeye yatırmayı ve hiç beklenmeyen bir işle önümüze gelmeyi bildi.
90’lı yıllarda yeni yeni keşfedilmeye başlandığı kısa filmleri sayesinde, hayatın içinden küçük ve gelip geçen anlara yüklediği anlam ve onlar içinde bulduğu minik mucizelerle bir grup sinemaseverin kalbini fetheden Ozon, orta metrajlı filmi See the Sea ile ilk önemli çıkışını yaptı. Hemen sonrasında çektiği ilk uzun metrajlı filmi Sitcom’la ise aile mefhumu üzerinden hınzır ve seksî bir taşlamayla yüzleri güldürdü.
Bundan sonra peş peşe filmler çekmeye başlayan ve hiçbir yılı boş oturarak geçirmeyen Ozon’un, bıyık altından güldürmeyen herhangi bir karaktere sahip bir film çekmeyeceğine emin olduğumuz anda ise Ozon karşımıza dünyanın en ağır hissiyle, ölümün ve bu kaybın yarattığı boşluğun peşine düşen bir üçlemeyle çıktı.
Çok sık film çeken pek çok yönetmen gibi –Woody Allen gibi istisnaları tenzih ediyoruz– Ozon da kariyeri ilerledikçe izleyicisini şaşırtan tercihlerle karşımıza çıkmaya devam etti. Tarihî bir aşk hikâyesi, Fransız sinemasının divalarını bir araya getiren polisiye soslu bir müzikal, uçan bir bebeğin hikâyesini konu alan fantastik bir dram… Ozon’un baş döndürücü filmografisinde her nabza göre şerbet vardı ve buna rağmen didiklemeyi pek sevdiği temalardan da vazgeçmedi.
Gençlikten erişkinliğe geçiş döneminde çıkılan keşif turları, çok neşeli ya da çok depresif eşcinsel karakterlerin kendilerine has dünyaları, uzun sureli ilişkilerin çıkışsızlığı ve yarattığı bağımlılık duygusu gibi çok sayıda kendini tekrar eden tema bulmak mümkün Ozon’un sinemasında. Ne mutlu ki tüm bu favori temalarına rağmen tek bir türe hapsolmak yerine daldan dala konmaya devam ediyor Ozon.
Komedi: Sitcom (1998)
Gerilim: Les amants criminels (1999)
Müzikal: 8 Femmes (2002)
Dram: Le temps qui reste (2005)
Tarihi: Angel (2007)
Fantastik: Ricky (2009)

SPIKE LEE
(Oldboy, 20 Aralık)
Bu ay gösterime giren Oldboy ile herkesi şaşkına uğrattı Spike Lee. Şaşkınlığın nedeni, kimsenin ihtiyacı olmayan bir yeniden çevrime imza atması olmadı yalnızca. Aynı zamanda kendine has bir sinema ya da yalnızca kendisi istediği için gerçekleşen filmlerin sürekliliğine de gölge düşürdü bu hareket.
Amerika’nın en polemiksever yönetmenlerinden biri olan Lee, kariyerinin ilk zamanlarından bu yana taşıdığı muhalif tavrı, kendini siyahların sinemadaki temsiline adaması ve yaşadığı şehirden hiç kopmayan sinemasıyla her daim ilgi çekici filmlerle ortaya çıkmasını bildi. Oldboy projesi de her ne kadar fuzuli bir çaba görünse de bu kadar sevilen bir uluslararası hiti yeniden çekme denemesinde sinir bozucu bir cazibe yatıyor.
Kariyerinin başlarında Brooklyn’in kenar mahallelerinde dolandırdığı kamerasıyla kâh bir romantik komedi, kâh bir suç filmiyle karşımıza çıkan Lee’nin sinemasından uzun yıllar boyunca coşkulu renkler ve pür neşe eksik olmadıysa da, 11 Eylül’ün ardından sinemasında köklü bir değişim de gerçekleşti. Lee’nin geveze ve çoğunlukla zevzek karakterleri daha bir olgun, daha hırçın ve gözüpek bir hâle geldi. Meşhur ayna karşısı sahnesiyle dillere destan olan 25th Hour’la birlikte Lee’nin başka ırktan ve başka acılarla yoğrulmuş hayatla olan merakı da baş gösterdi.
Yine de Spike Lee filmografisindeki tek ayrıksı tavır 11 Eylül’le gerçekleşmedi. Lee aslında geniş kitlelere ezberlettiği tarzını oturturken ve oturttuktan sonra da aynı çerçeveyi farklı türden filmlerin içine oturtmayı bildi. 80’li ve 90’lı yıllarda çektiği filmlerde kahramanlarına insanın yaşayabileceği hemen her duyguyu tattırmaya çalıştı. Kariyerinin son döneminde ise hepten canının istediğini çekmeye başladı Lee. Bu nedenledir ki bir soygun filmi, bir savaş dramı, bir belgesel çekip duruyor bu günlerde. Ama pek de itirazımız yok açıkçası. İnsan böyle renkli sinemacılarla her gün karşılaşmıyor.
Romantik komedi: She’s Gotta Have It (1986)
Biyografi: Malcolm X (1992)
Polisiye: Clockers (1995)
Dram:25th Hour (2002)
Macera: Inside Man (2006)
Tarihî savaş: Miracle at St. Anna (2008)

MICHAEL WINTERBOTTOM
(The Look of Love, Filmekimi)
Son yıllarda daldan dala konmak konusunda hiçbir yönetmen Michael Winterbottom’ın eline su dökemez. Bu kadar aynı filmi ikinci defa çekmekten sıkılan ve hattâ aynı filmi ikinci defa çekmeyi beceremeyen bir yönetmen olamaz. Buna rağmen seyircisini değil, takipçisini şaşırtmayı seven bir yönetmen Winterbottom.
İngiliz sinemasının 90’lı yıllarda çıkardığı en parlak kumaşlardan olan Michael Winterbottom, üretkenliği ve el attığı hemen her türde yetkin işler ortaya koymaya devam etmesiyle, istikrarın sözlük anlamı oldu âdeta. Her yıl en az bir, en fazla üç filmle karşımıza çıkıp, takip ettiğimiz neredeyse tüm film festivallerinin programlarına yeni filmini ekletmeyi başaran bir sinemacı olması bir yana, yönetmenlik işine bir meydan okuma gibi bakan, gerçek bir işçi var karşımızda.
İngiliz bağımsız sinemasının yükselen yeteneklerinden biri olarak adımını attığı sinemada, zaman geçtikçe türler arasında dolaşma hünerini gösterip, kâh biyografik bir müzik filmi (24 Hour Party People, 2002), kâh iddialı bir bilim-kurgusu (Code 46, 2003) perdeye yansıyan Winterbottom, acının ve dramın en koyusunu da (Genova, 2008), komedinin en zevzeğini de (Tristram Shandy: A Cock and Bull Story, 2005) başarıyla karşımıza getireli epey zaman oldu.
Kimselerin önemsemeyeceği bir hikâyeyi ya da hiçbir yapım şirketinin girişmeye değer bulmayacağı bir senaryoyu bile çekmekte bir sakınca görmeyen bir yönetmen olabilmesinde yatıyor belki de Winterbottom’ın hikmeti. Kariyerinde yer alan çoğu filmin, geniş kitlelerin hayatında bir şey değiştirme ihtimalinin epey zayıf olduğu bir gerçek. Tam da bu yüzden özel bir yönetmen o. Sadece birkaç kişinin hayatını değiştirme ihtimali olan filmler çektiğinden, küçük büyük ayırt etmeksizin hemen her filmi çekmeye muktedir olduğundan ve türden türe atlayıp, sinemanın tüm janrlarında film çekme pratiği geliştirmekten çekinmemesinden de sonsuza kadar özel bir yönetmen olarak kalacak.
Tarihi: Jude (1996)
Biyografi: 24 Hour Party People (2002)
Savaş: In This World (2002)
Bilim-kurgu: Code 46 (2003)
Erotik müzikal: 9 Songs (2004)
Belgesel: The Road to Guantanamo (2006)
Dram: Trishna (2011)