2023: En iyi 75 film

İllüstrasyon: Eda Çağıl Çağlarırmak

Hollywood’daki hak mücadelesinin meyvelerini verdiği, auteurlerin festivallere damgasını vurduğu, Barbenheimer çılgınlığının tüm dünyayı ele geçirdiği bir senenin ardından geleneksel 75 film listemiz karşınızda.

Seçkimiz yapım yılı 2023 olan filmlerden oluşuyor ancak Türkiye gösterim takvimi gibi sebeplerle bu sene izleme imkânı bulduğumuz kimi 2022 yapımlarının da cazibesine karşı koyamadık, değerlendirmeye aldık.

İşte geniş mi geniş bir jüriyle kayıt tuttuğumuz 2023 sinema yılı ve bize kalanlar… 


75. Theater Camp
(Yön. Molly Gordon & Nick Lieberman)

Birbirinden tuhaf ve egosantrik danışman / çalışanı oldukları tiyatro odaklı yaz kampını konu alan sahte belgesel aynı adlı kısanın, bu kez en iyi “The Bear’in Claire’i” olarak bildiğimiz Molly Gordon’ın rejisi eşliğinde uzun metraja çevirisi. Ekstrem duygular içindeki karakterleriyle absürt seyreden, kadrosundaki her biri kendine hayran ettiren çocuk yeteneğin aralardan parıldadığı, kendini ciddiye almayan bir komedi. Zeynep Naz Günsal

74. Wonka
(Yön: Paul King)

Hayal kurmanın yasak olduğu, çikolatalarıyla ünlü bir kente bir şapka dolusu hayal ile gelen Wonka, kendi çikolata mağazasını açmak istemektedir. Başarılı çikolatacıların bir kartel tarafından yönetildiğini keşfettiğinde, hayallerine ulaşmak için bu düzeni yok etmesi gerekecektir. Çok büyük beklentilere girmeden sıcak hissettirecek bir film arayanlar, Timothée Chalamet’yi özleyenler (özleme fırsatı bulanlar) sever. Zelal Buldan

73. NajsreЌniot čovek na svetot / The Happiest Man in the World
(Yön: Teona Strugar Mitevska)

Birkaç yıl önce Berlinale Ana Yarışma’daki filmi God Exist, Her Name is Petrunya ile güçlü bir çıkış yapmıştı Mitevska. Yeni işi, bir partner bulma etkinliği sırasında karşı karşıya gelen 40’lı yaşlarındaki bir kadın ile adamın geçmiş bağlantıları üzerinden acılı bir Bosna – Sırp Savaşı travmasına odaklanan film; yarıştığı Orrizonti bölümünün en güçlü işlerindendi. Melikşah Altuntaş

72. Disco Boy
(Yön: Giacomo Abbruzzese)

İllegal bir şekilde Polonya sınırını aşan Alexei’nin, 1800’lü yılların ilk yarısında kurulan ve varlığını hâlâ sürdüren Fransız Yabancı Lejyonu’na katılmasıyla başlayan Disco Boy; onun kendisini Nijer Deltası Kurtuluş Hareketi’nde buluşuyla ilerliyor. Farklı dünyaların kesişimini, evrensel ortaklıklar üzerinden anlam bularak işleyen filmin etkileyici dans sahnelerine ayrı bir parantez açmak gerek. Biçem Kaya

71. Dumb Money
(Yön: Craig Cillespie)

Yaşanmış olaylara dayanan film, Keith Gill’in Reddit ve YouTube üzerinden yaptığı yayınlar ve yorumlarla yatırım yapma hakkında özgün fikirleri olmayan sade vatandaşları yönlendirerek GameStop hisselerini bir anda uçuruşu ve bunun Wall Street’te yol açtığı küçük yatırımcı-milyarder krizi hakkında. Bu noktada ortaya hisse, borsa nedir anlamayan ya da ekonomi terimlerine pek de hâkim olmak zorunda olmayan genel izleyiciye dahi hitap edebilen bir iş çıkaran; yönetmen Craig Gillespie de bir alkışı hak ediyor. Burcu Teker

70. Mon Crime / The Crime Is Mine
(Yön: François Ozon)

Bir cinayetin tam ortasına 1930’lara, Fransa’ya gidiyoruz. Bazı filmleri izlemek, çok yakın arkadaşla buluşmak gibi hissettirir. Belki yeni bir hikâye duymayız birbirimizden ama aynı konuları bambaşka taraflarıyla anlatırız. En ciddi konuları bile gülerek konuşabiliriz birbirimizle, sessizlikler bile rahatsız etmez. İşte Mon Crime tam da en yakın arkadaş ile buluşmak gibi. Zelal Buldan

69. Infinity Pool 
(Yön: Brandon Cronenberg)

Babasından aldığı “body horror” mirasını sürrealist bir ustalıkla yüzümüze fırlatıyor Brandon Cronenberg. Armut sahiden de dibine düşüyor sanırım. Buñuel stili mizahı ve dehşeti çarpıştırdığı katman katman entrikanın arasında estirdiği bir duygu fırtınasıyla bir o yana bir bu yana savuruyor bizi film boyu. Koltuğun kenarına yapışmış hâlde klonların ürkütücü dünyasında kâbusa dönüşen bir tatili izliyoruz. Meltem Demiraran

68. Sanki Her Şey Biraz Felaket
(Yön: Umut Subaşı)

İstanbul’da yaşayan, benzer kuşaktan dört genç; Türkiye gerçekliğinin yarattığı atmosferde boğuştukları sorunlarla kendi yöntemleriyle başa çıkmaya çalışıyor. Belirsizliklerle barışık ve çelişkilere alışık olanların, acınası bir hâle gülmekten gizli bir haz alanların, parçalı anlatılara ilgi duyanların seveceği Sanki Her Şey Biraz Felaket; dünya prömiyerini Rotterdam Film Festivali’nde yaptıktan sonra Türkiye yolculuğuna devam ettiği İstanbul, Adana ve Ayvalık festivallerinden ödülle ayrıldı. Yönetmen Umut Subaşı’yla söyleşimiz de burada. Deniz Dursun

67. Le Livre Du Solutions / The Book of Solutions
(Yön: Michel Gondry)

Yaratıcı çıkmazlarla baş etmeye çalışan bir yönetmeni odağına yerleştiren bir Michel Gondry komedisi. İlhamını, Gondry’nin 2013 tarihli L’écume des jours filminin post-prodüksiyon sürecinde yaşadıklarından almış. Pierre Niney, baş karakter Marc ile harikalar yaratıyor. Yüksek enerjisi ve yaratıcılığa dair söyledikleriyle akılda kalıyor ama Gondry külliyatının önceki duraklarına pek yaklaşamadığı da gerçek. Melis Tire

66. BlackBerry
(Yön: Matt Johnson)

Bir zamanlar gençler arasında olduğu kadar iş adamlarınca da statü sembolü hâline getirilen telefon markası BlackBerry ve üst şirketi Research In Motion’ın yükseliş ve düşüş öyküsünü mercek altına alan biyografik komedi-drama. Jacquie McNish ve Sean Silcoff’un kitabından uyarlanan yapım; çığır açan popüler teknoloji markasına bir saygı duruşu niteliğindeyken arka planda çarkların dönmesini sağlayan kapitalist sistemin, şirket içi hataların ve umulmadık dış etkenlerin tesirini de keşfetmekten kaçınmıyor. Burcu Teker

65. Kavur
(Yön: Fırat Özeler)

Şiirsel ve şahsına münhasır sinemasıyla Anayurt Otelinden Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ne Türkiye sinemasına nice başyapıtlar kazandırmış Ömer Kavur; bir sinemasal üretimin yaratıcısı değil, öznesi olarak karşımıza çıkıyor bu defa. Dünya prömiyerini 52. Rotterdam Film Festivali’nde yapan yapım; yönetmeni Fırat Özeler’in sözleriyle, “bir Kavur filmi gibi olma gayesiyle çekilmiş bir Kavur belgeseli”. Özeler ile sohbetimiz de burada. Ezgi Oğraş

64. Cuando acecha la maldad / When Evil Lurks 
(Yön: Demián Rugna)

Sitges Katalonya Fantastik Film Festivali’nden En İyi Film ödülüyle dönen film boyunca “stres” göbek adımız oluyor. Kırsalda yaşayan iki erkek kardeşin duydukları silah seslerini takiben çıktıkları yolculuğun raydan çıkışı, gittikleri çiftlikte buldukları vücut parçalarıyla başlıyor. Sonrası, karşılaştıkları bir “ele geçirilmiş”ten kurtulma mücadelesi ve bunun başlarına açtığı cehennemden beter atmosfer. Burcu Teker 

63. Priscilla
(Yön: Sofia Coppola)

Efsanevi müzisyen Elvis Presley’nin eski eşi Priscilla Presley’nin hikâyesini merkeze alan ve kendisinin de yapımcılar arasında yer aldığı film. Fırtınalar çekimlerden önce, Elvis’in o zamanlar hayatta olan kızı Lisa Marie Presley’nin senaryoyu “aşağılayıcı” olarak tanımlamasıyla başlamıştı. Ardından orijinal Elvis şarkılarının filmde kullanılamayacağı krizi patlak verdi. Nihayetinde Sofia Coppola’nın dönüşü, içeriğinden çok etrafında olup bitenlerle kaldı hafızalarda. Melis Tire

62. Birth/Rebirth
(Yön: Laura Moss)

Rahatsız edici, modern bir Frankenstein uyarlaması. Biricik kızını karanlık yollardan hayata döndüren ve bunun sonuçlarıyla yüzleşmek durumunda kalan Celie (Judy Reyes) ve işin mimarı Rose’un (Marin Ireland) etrafında dönen Birth/Rebirth, yılın hakkında konuşturan korkularından. Takıntıya dönüşen, olmadıkça oldurulmaya çalışılan dehşet verici bir hayal; karakterlerin karanlığa sürüklenişleri ve ahlaki değerlerini sorgusuz sualsiz feda edişleriyle nihayete eriyor. Burcu Teker

61. Earth Mama
(Yön: Savanah Leaf)

Savanah Leaf’i, BIFA’da En İyi İlk Yönetmenlik ödülüne uzandıran filmi, kendisini her fırsatta engellemeye kararlı olan sisteme karşı savaşan hamile ve bekâr bir anne Gia’nın çalkantılı yolculuğunu konu alıyor. Umutsuzluk anlarını umut dolu anlarla iç içe geçiren ve hayatın çetrefilli yolları karşısında bizleri birbirimize bağlayan sevgi bağının ham bir keşfi var karşımızda. Meltem Demiraran

60. Reality
(Yön. Tina Satter) 

Eski Hava Kuvvetleri askeri ve istihbarat uzmanı Reality Winner’ın 2017’de başından geçen FBI sorgulaması önce tiyatroya, ardından bu filme uyarlandı. Reality’de Euphoria ile kariyerine start veren isimlerden Sydney Sweeney, şimdiye kadar girdiği en beklenmedik tipteki rolde. Gerçek mülakatın kaydını kullanarak, bunun eksiltmiş kısımlarına dikkat çekerek olayın ve filmin gerçekliğini deneysel bir şekilde aktaran Reality kesinlikle kalıp dışı bir suç filmi. Zeynep Naz Günsal

59. A Thousand and One
(Yön: A.V. Rockwell)

Kabaca bir annenin çocuğu için yapabilecekleri olarak özetlenebilecek filminde Rockwell, bu kolaylıkla tekdüze bir tona savrulabilecek konuyu, yaklaşık 20 yıla yayılan bir zaman diliminde genç bir kadının; giderek içinden çıkılmaz bir hâl alan yaşantısı ve New York City’nin ardından bıraktığı değişimin merkezinde anlattığında benzersiz bir iş yapıyor. Koruyucu bakım sistemi üzerine sözleri çok keskin ve yılın yuva, kimlik ve aile kavramlarıyla böylesi oynayan işlerinden biri olması bile bize yeterince şey söylüyor gibi. Esin Çalışkan

58. Dream Scenario
(Yön: Kristoffer Borgli)

Yılın bilmecesi en bol filmlerinden biri Nicholas Cage’le sadece filmlerde değil rüyalarda da buluştuğumuz bir senaryoya sahip. Eylemsizlik hâlinin, filmin izleğine dair önemli bir yerde durduğu yapımda; mekânlar, mekânlardaki konumlar, zihnin doldurduğu boşluklar da hikâyenin gidişatını belirliyor. Sezen Sayınalp

57. Suzume No Tojimari / Suzume
(Yön: Makoto Shinkai)

Spirited Away’den (2001) bu yana Berlinale’de gösterilen ilk animasyon yapım olan Suzume, Altın Ayı’ya da aday gösterilmişti. Film büyük oranda 2011 Tōhoku felâketine dayalı; Suzume’nin annesi bu korkunç deprem ve tsunami sırasında hayatını kaybeden binlerce insandan biri. Yönetmenin önceki projelerini epey andıran, onlarla aynı özelliklerde ve yapıda tuttuğu bir film olsa da epey sürükleyici ve duygusal anlamda yoğun. Zeynep Naz Günsal

56. Inshallah Walad / Inshallah A Boy
(Yön: Amjad Al-Rasheed)

Amjad Al-Rasheed’in ilk uzun metrajı olan Ürdün’ün Oscar adayı filmi, toplumsal gerçekçi bir eleştiri Inshallah A Boy, erkek çocuk sahibi olmanın statü ve başarı sembolü görüldüğü bir toplumda, eşinin ani ölümünün ardından kızını ve evini kurtarmak için hak mücadelesine girişen Nawal’ı merkezine alıyor. Yönetmen Al-Rasheed ile film yapım süreci, performans yönetimi ve Cannes serüvenine dair bir sohbetimiz de burada. Burcu Teker

55. Bottoms
(Yön: Emma Seligman)

Bilindik kalıpları tekrar eden, hikâyesini stereotipler üzerinden inşa eden gençlik filmlerinden biri değil Bottoms. Çünkü Seligman’ın sineması, türleri ve klişeleri ters yüz ediyor. Buram buram 2000’ler gençlik komedisi kokan posteri de atıf yaptığı 1990’lar ve 2000’ler klişelerinin tam karşısında konumlanıyor. Seligman, iki baş karakterinin kurduğu Feminist Fight Club’la yine benzer dönemlerdeki popüler bir filmden referans aldığı dövüş kulübü fikrinin anaakım gençlik komedilerinde nasıl yankı bulacağına dair bir hikâye oluşturuyor. Sezen Sayınalp

54. Zielona granica / The Green Border
(Yön: Agnieszka Holland)

Polonya – Belarus sınırındaki mültecilerin hikâyesini konu eden; meseleye yaklaşımında soğukkanlılığını koruyamasa da söylemeye çalıştığı şeyleri net bir biçimde ortaya koyan bir film. İzledikten sonra insanın içinde birtakım umut kırıntıları bırakması, filmin en büyük başarısı muhtemelen. 151 dakika boyunca gözünüzü kırpmadan ekrana kitleyen kamera işçiliğini de atlamamalı. Melis Tire

53. Nimona
(Yön: Nick Bruno & Troy Quane)

ND Stevenson’ın New York Times çok satanlar listesine giren çizgi romanından uyarlanan animasyon film, şekil değiştirme yeteneğine sahip Nimona’nın bir suikastin hedefi olması üzerine. Ne var ki kiralanan tetikçi, işlemediği bir suçtan kendisini temize çıkarabilecek tek kişinin Nimona olabileceğini keşfettiğinde işler karışıyor. Orta Çağ’ın bir çeşit tekno versiyonunda konumlanan film, insanlara atadığımız etiketler ve başkaları tarafından tanımlanmayı reddetmek hakkında esasen. Burcu Teker

52. Musik / Music
(Yön: Angela Schanelec)

73. Berlin Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülüne uzanan, çağdaş bir tragedya uyarlaması. Doğumunda terk edilen, anne babasını tanımadan üvey ebeveynlerinin yanında yetişen Jon; genç bir yetişkin olduğunda karıştığı ölümcül kaza nedeniyle hapse giriyor. Kaderi ise tıpkı mitteki gibi yol ağzında tayin ediliyor; cezasını çekerken tanıştığı, aralarındaki sarsıcı bağdan bihaber biçimde genç gardiyan Iro’ya âşık oluyor. Schanelec’in kendine meydan okuma hissi uyandıran çok katmanlı sinemasıyla Sfenks’in meşhur bulmacasına da modern bir yorum getirilmiş. Burcu Teker

51. Orlando, ma biographie politique / Orlando, My Political Biography
(Yön. Paul B. Preciado)

Kendine ve başka trans bireylere ait geçiş hikâyelerini kurgu ve gerçeği birbirine katan Preciado, kişisel dönüşümünün kademelerini hakiki sesler, yazılar, teori ve imgeler aracılığıyla yeniden inşa etmiş. Bunları seyircisine Virginia Woolf’un malum eserinden ilham alan özgün canlandırmalar ve görsel yorumlarla sunan belgesel Uluslararası Berlin Film Festivali’nin dört kategorisinden ödül aldı. Renkleriyle, pitoresk kareleriyle göz dolduran, mesajıyla aydınlatan bir “manifesto”. Zeynep Naz Günsal

50. How to Blow Up a Pipeline
(Yön: Daniel Goldhaber)

Andreas Malm’ın Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır – Yanmakta Olan Bir Dünyada Mücadele Etmeyi Öğrenmek adlı kitabından ilhamla çekilen ekolojik ve politik gerilim, dünya prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivali’nin en konuşulan işlerindendi. Yaşadıkları bölgeyi kirleterek zarar veren devasa boru hattı şirketine karşı ses getirecek, oldukça zorlu bir eylem planlayan bir grup çevre aktivistini takip ediyoruz. Gayeleri, petrol endüstrisinin sebep olduğu tahribatı kamuoyunda tartışmaya açmak. Burcu Teker

49. Io Capitano / Me Captain
(Yön: Matteo Garone)

Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Yapım Yönetmeni ödüllerine uzanan Io Capitano, iki Senegalli gencin Avrupa’ya gidiş mücadelesini anlatıyor. Garrone, filmde gördüğümüz deneyimleri yaşayan insanlarla beraber çalışmış sette. Libya mafyasından işkence gören, Sahra Çölü’nü yürüyerek geçmek zorunda kalan insanlar yanı başındaymış. Canlandırdığı karaktere ismini veren Seydou Sarr’ın performansının da filme etkisi büyük. Zelal Buldan

48. Rye Lane
(Yön: Raine Allen-Miller)

Güney Londra’nın birbirinden nefis parkları, evleri, dükkânları, barları, eğlenceli sokak modası, groove dolu müzikleri arasında gezdire gezdire bir önceki ilişkilerinden yaralı ayrılmış iki kişiyi birbirine âşık eden bir görsel şölen. Kodlarını rahatça kullandığı romantik komedinin başrollerini iki Siyah gence vermekle başladığı işi, yaratıcı sinematografik buluşlarıyla destekliyor; şaşaasını, inandırıcılığını kaybeden türe yeniden dikkat çekiyor Rye Lane. Gülümseme garantili. İlayda Güler

47. Evil Does Not Exist
(Yön: Ryûsuke Hamaguchi)

Japonya kırsalında, kendi hâlinde küçük bir köy hikâyesi üzerinden kapitalizmin ekolojik yıkımına, insanın doğa ile olan ilişkisine dair ahlaki bir sorgulama, bir keşif yolculuğu. Hatırı sayılır festivallerden ödüller toplayan yapım; ormanın içine glamping projesi yapmak isteyen bir şirketle karşı karşıya gelen Takumi ve kızı Hana’yı takip eden tedirgin edici bir dram. Burcu Teker

46. Aniden
(Yön: Melisa Önel)

Uzun süredir Hamburg’da yaşayan Reyhan, eşiyle birlikte bir süreliğine İstanbul’a gelir ve dönüşlerine kısa bir zaman kala koku alamadığını fark eder. Ciddi bir sağlık sorununa işaret edebilecek bulguları reddeden ve bu andan itibaren doktorla irtibatını da kesen Reyhan, İstanbul’da kalmaya karar verip geçmişinin peşine düşer. Duyuların hafızayla ilişkisi üzerine bir çırpıda içine çeken bir hikaye anlatan yapım, hem sinematografi hem oyunculuklar hem su gibi akan diyaloglarla güçlü hislere vesile. Deniz Dursun

45. Sur l’Adamant / On The Adamant
(Yön: Nicolas Philibert)

“Bir şeyleri keşfetmek için sinemayı araç olarak gördüğünü” söyleyen yönetmenin son filmi; Paris’in kalbindeki Seine Nehri üzerinde yer alan, yüzen bir yapı olan L’Adamant Bakımevi’nden alıyor adını. Burada ruhsal bozukluklardan muzdarip yetişkinler ağırlanırken; onların kendilerine zamanda ve mekânda bir yer bulmalarına, iyileşmelerine ya da morallerini yükseltmelerine yardımcı olunuyor. Yılın gözden kaçırılmaması elzem belgesellerinden. Elif Yılmaz

44. 20.000 especies de abejas / 20,000 Species of Bees
(Yön: Estibaliz Urresola Solaguren)

İspanyol yönetmen Solaguren‘in gözyaşı pınarlarına taarruza geçmiş bu ilk uzun metrajı 20,000 Species of Bees; annesi ve iki kardeşiyle birlikte geniş aile evine dönen çocuk kahramanın, birçok komşu kadın ve başını büyükannesinin çektiği sayısız akraba ile geçirmek durumunda kaldığı birkaç gününü odağına alıyor. Çoktandır doğumda kendisine verilen erkek adını duymak istemediğinde “isimsiz” kalan bir çocuğun ağırlığını ince bir sızı gibi seyircisinin dünyasına akıtıyor Solaguren. Esin Çalışkan

43. Teenage Mutant Ninja Turtles: Mutant Mayhem 
(Yön: Jeff Rowe & Kyler Spears)

Eğer çocukluk yılları 90’lara denk gelen bir izleyiciyseniz, üstüne söz konusu kahramanlar ile haşır neşir olmuşsanız; seriyi gerçekten çok seven kişilerin elinden çıkmış bir reboot ile karşı karşıya olduğunuzu hemen anlıyorsunuz. Animasyon stiline dair yapılan tercihler de müzikler de (hem Trent Reznor – Atticus Ross ikilisinin orijinal besteleri hem ESG, A Tribe Called Quest gibi New York efsanelerinden seçilen parçalar) tam tadında. Cem Kayıran

42. Scrapper
(Yön: Charlotte Regan)

Çocukken, hatta anne karnındayken hissettiklerimiz, bugün bizi olduğumuz kişi yapar. Çünkü her kimsek ve ne yaşadıysak hepimiz sevgi arayışında buluşuruz. Bazen yanı başımızda ararız, bazen gökyüzüne bakarız… Bazen ise ömür boyu arar, bulamayız. Bulamadıkça hırçınlaşırız. Georgie’nin bütün hırçınlara selamı var! Zelal Buldan

41. La memoria infinita / The Eternal Memory
(Yön: Maita Arberdi)

Bir insan anılarına, kimliğine ve değerlerine dair her şey onu terk ederken neye tutunabilir? Daha önce de filmleriyle yaş almış insanların hayatlarına mercek tutan Şilili yönetmen Maita Arberdi, bu sefer kamerasını Alzheimer ile yaşayan emekli gazeteci Augusto Góngora ile aktris eşi Paulina Urrutia’nın günlük yaşamlarına yöneltiyor. Pandemi döneminin yalnızlığı ve bir gün uyanınca eşini tanıyamayacak olmanın korkusuna ikili arasındaki aşk, şefkat, beraber çıkılan yürüyüşler ve karıştırılan kitaplar meydan okuyor. Góngora Pinochet döneminde insan hakları ihlallerini belgelemiş ve sonrasında o dönemin suçlarının hasır altı edilmesine direnmiş bir gazeteci. Onun öyküsü kolektif hafızasına sahip çıkmaya çalışan toplumların öykülerini de anımsatıyor. Yiğit Atılgan

40. Medusa Deluxe
(Yön: Thomas Hardiman)

İçlerinden biri belli ki cinayete kurban gidince kendilerini karmaşık bir “whodunnit” hikâyesinde bulan birbirinden çelişkili ve dikkat çekici karakterlerle her biri ayrı ihtişam saçan kimi saç modelleri eşliğinde absürt bir dünyada tekinsizce dolandığımız yapımın odağında, hırsın zirvede olduğu bir kuaförlük yarışması var. Sıra dışı konu, mekân seçimleri ve beklenmedik koşullara yüklediği duygusal yoğunlukla kendi rengini bulan filmin yönetmeni Thomas Hardiman ile sohbetimiz burada. Zeynep Naz Günsal

39. 20 Days in Mariupol
(Yön: Mstyslav Chernov)

Cehennem çok yakında. Mstyslav Chernov bu ilk uzun metrajında, Rus kuşatması altındaki Mariupol şehrinde mahsur kalmış Ukraynalı AP muhabirlerinin zulmü belgeleme mücadelesine odaklanıyor. Yaşanan dehşeti, seyirciyi tetiklemekten çekinmeden, ayrıntısıyla gösterirken; sağ kalanların hisleriyle, mağdurdan yağmacıya dönüşenlerle, savaş atmosferinde insanlığın günbegün yitip gidişiyle, bir kentin üstüne çöken sonsuz öfkeyle baş başa bırakıyor. Eylül Ege

38. Talk To Me
(Yön: Danny Philippou & Michael Philippou)

Philippou Kardeşler belki Jordan Peele ve Ari Aster gibi korku sinemasına yenilikçi bir yaklaşım getirmiyor ama klasikleşmiş elementlere taptaze ve güçlü bir soluk veriyor. Ruhlar âlemi, gıcırdayan ahşap döşemeler, kapının ardında kim var sorusu, hoplatan ruhlar vs artık aşırı tanıdıklaşan, klişe hâline gelen unsurlar. Philippou Kardeşler bunun farkında ve bu unsurların çok daha iyi kullanılabileceğini düşünüyorlar belli ki. J. Hakan Dedeoğlu

37. Retour à Séoul / Return to Seoul
(Yön: Davy Chou)

Güney Kore’de doğan ve henüz bebekken Fransız bir aile tarafından evlat edinilen Freddie’nin kendini keşfetme öyküsü. Açılış sahnesiyle salt kültürel kodlara dayanan bir aidiyet meselesine kafa yoracağını düşünürken, dakikalar ilerledikçe bundan çok daha karmaşık bir yeri kaşıyan bir film izlediğime ikna oldum. Kendini arayışa farklı pencerelerden (kültür, dil, aile, deneyim vs) bakmanın mümkün olduğunu hatırlatıyor. Zeynep Kıymacı

36. Fingernails
(Yön: Christos Nikou)

Fingernails başta belki sıradan donuk ve mizahi bir üst sınıf bilim kurgusu gibi başlasa da zamanla aslında özlediğimizi de fark edeceğimiz klasik bir aşk hikâyesine evriliyor. Sadelik… Oyunculukta, dekorda, kostümde, mekânda, diyalogda sadelik. Hiç biri öne çıkmıyor, bağırmıyor. Bu zaten bir Christos Nikou alametifarikası olmaya doğru ilerliyor. Utkan Çınar

35. The Killer
(Yön: David Fincher)

David Fincher bu kez, Alexis “Matz” Nolent ve Luc Jacamon’un ortak üretimi Le Tueur / The Killer adlı çizgi roman serisinin aynı adlı uyarlamasıyla karşımızda. Bir tetikçinin dünyasına dair içgörü sunarak, seyirciyi gerilim dolu bir yolculuğa çıkaran film, kara mizah ve gerilimin homojen bir karışımı. İnsan doğasıyla ilgili de çeşitli dürtmeleri var, “Bak bunun üzerine bir düşünsen mi?” diyor yani. Meltem Demiraran

34. Slow
(Yön: Marija Kavtaradze)

Kavtaradze, beş yıl aradan sonra gelen ikinci uzun metrajında nedense kuir filmler tarihinde hep biraz göz ardı edilmiş bir cinsel kimliği, kocaman bir aşk hikâyesine buluyor ve türe taze bir öpücük konduruyor. Tanıştıkları andan itibaren birbirlerine çekilen dansçı Elena ile işaret dili tercümanı Dovydas’ın ilişkisini izleyen Slow’da Dovydas aseksüel ve bu ilişkilenme onlar için yepyeni bir deneyim. Birine duyulan o büyülü hissin nasıl kolayca başkalarının tanımlarına kilitlenmek zorunda kaldığı ve her şeye rağmen kendini neyden doğurduğu üzerine incelikli bir sunum. Esin Çalışkan

33. Bên trong vỏ kén vàng / Inside the Yellow Cocoon Shell
(Yön: Thiên Ân Pham)

APSA, Cannes ve Tokyo FILMeX’ten ödüllerle dönen Thiên Ân Phạm’ın sinematik rüyası, insan ruhuna ve aşkınlığa odaklanıyor. Hayal kırıklığına uğramış ve Saygon’un kabak tadı veren kaosu ile Vietnam’ın uçsuz bucaksız kırsalı arasında sıkışıp kalmış baş karakterimiz, kaderin cilvesi ile iteklenen bir göreve çıkıyor. Gerçek ve fantazi arasında mekik dokurken filmin ışık ve gölgenin eşsiz dansıyla bezeli sinematografisi tarafından da büyüleniyoruz. Meltem Demiraran

32. De Humani Corporis Fabrica / The Fabric of the Human Body
(Yön: Lucien Castaing-TaylorVerena Paravel)

Adını 16. yüzyıldan kalma bir dizi anatomi kitabından alan, Castaing-Taylor ile Paravel’in Leviathan (2012) ve Caniba (2017) sonrası üçüncü müşterek duyusal etnografi çalışması olan belgesel, Kuzey Fransa’daki isimsiz hastanelerin ve insan vücudunun içindeki dehlizlerin içinde dolaşıyor. Vücut sıvıları ve ölü dokular arasında gezen mikroskobik kameraya medikal cihazların uğultusu ve bir iç kanamanın paniği eşlik ederken insan bedeninin alışıldık imgesi ters yüz oluyor. Organ sistemlerinin kırılganlığı sağlık sistemine de yansıyor, cerrahi matkapların gürültüsü bütçe kesintileri ve iş yoğunluğundan şikayet eden personelin gündelik sohbetlerine karışıyor. Etik ikilemler ve huzursuz edici görüntülerle dolu emsalsiz bir sinema deneyimi. Yiğit Atılgan

31. Spider-Man: Across the Spider-Verse
(Yön: Joaquim Dos Santos, Kemp Powers, Justin K. Thompson)

Çoklu evren hadisesinin tüm süper kahraman anlatılarında suyunun sıkılmasından baygınlık geçiren biri olarak bu macerayı da beğenmemeye hazırdım dürüst olmak gerekirse. Fakat benzeri pek çok filmin yapamadığını yapıyor ve evrenler arasında savrulurken kaybolmadığınızdan emin oluyor. Kafayı uzattığımız her köşede karakteristik tasarımlar ve çeşitlenen animasyon stilleri, izleme deneyimini zevklendiriyor. Cem Kayıran

30. La bête / The Beast
(Yön: Bertrand Bonello)

Duyguların tehdit unsuru olarak görüldüğü bir yakın gelecekte, bir çeşit tenasüh ile onlardan arınmaya kararlı Gabrielle, varlık gösterdiği üç farklı zaman diliminde de hayatının aşkı John’ı bulur karşısında. Yönetmen Bonello’ya göre “belki de en yürek burkan hissi”, aşktan doğan, aşka dair korkuyu keşfeden bu “dinamik” melodram; grotesk bir masal, bir hipnoz seansı, en tuhaf kâbuslarınızın izdüşümü âdeta. Merdan Çaba Geçer

29. Cerrar los ojos / Close Your Eyes
(Yön: Víctor Erice)

İspanya’nın en köklü oyuncularından birinin 90’larda sırra kadem basması sonrası, geride kalanın benlik, varoluş, hafıza ve kayıp üzerinden verdiği sınavları masaya yatıran Close Your Eyes; oldukça kişisel bir geri dönüş yapan yönetmen Víctor Erice’in zihnine uzanan bir tünel mahiyetinde. Hatırlama eylemini imajların büyüsüyle ilişkilendirip, merhemi de sinemada bulan yönetmen, tekrar tekrar ziyaret edilecek bir miras bırakmış gibi hissettiriyor. Merdan Çaba Geçer

28. Here
(Yön: Bas Devos)

Kimi filmler yarattığı güçlü duygu alanının içinde hapsederken izleyiciyi, kimisi usulca elini tutan eşlikçidir, kimisi de yönetmen Bas Devos’un eşini ancak bir uyku öncesi hâlinde bulabileceğiniz huzurlu izleği Here’da yaptığı gibi sadece bir rüya / dünya tasviri sunar. Belçika’dan memleketi Romanya’ya dönmek üzere olan inşaat işçisi Stefan’ın “ne bulduysam çorbası” yapmaya karar verişi üzerinden akan film, birisi olmayı, yolculuğu ve akıp giden zamanı sezen yoğun bir atmosferle kaplı. Esin Çalışkan

27. Are You There God? It’s Me, Margaret
(Yön: Kelly Fremon Craig)

Büyüdüğü şehri, okulunu, arkadaşlarını bırakıp yeni bir şehre taşınan Margaret, kendine yeni bir hayat kurmaya çalışırken bir yandan da bazı çocukluk dertleri ile uğraşmaktadır. Büyümek gibi… Margaret bu aşamada yardım istemek üzere sık sık Tanrı ile konuşur. Böylece büyüme ağrılarının yanına bir de anlam arayışı eklenir. Peki Margaret büyümek üzere attığı adımların ötesinde, aradığı Tanrı’yı bulabilecek midir? Zelal Buldan

26. Kaibutsu / Monster
(Yön: Hirokazu Kore-eda)

Tüm karakterlerin özel yaşamlarının parçalarını seçici bir şekilde ortaya koyan sıra dışı bir hikâye anlatıcılığı örneği ortaya koyuyor demek yanlış olmayacaktır. Kore-eda’nın hassas bakış açısı, ergenlik dönemindeki Minato’nun sıkıntılarını ve bu sıkıntıların etrafındakilere tesirini inceliyor. Karakterlerin karmaşıklığı, yoğun empati ve yürek burkan hassasiyeti sayesinde Monster, kuir sinemada kendine özel bir yer ediniyor Meltem Demiraran

25.. Showing Up
(Yön: Kelly Reichardt) 

Hayatın bütün işleyişinin belirleyicisi olan rutin duygular üzerine olabilecek en derinlikli filmleri yapmaya devam Kelly Reichardt’ın son işi, özgüven sancılarıyla kıvranan bir sanatçının birkaç gününe odaklanıyor. Önceki filmindeki inekten sonra bu kez de yaralı bir güvercini filmine davet ediyor ki o güvercin başka de bir dünyanın kapılarını açıyor. Öncekine benzeyen ama detaylarda farklı bir dünyanın… Kaan Karsan

24. Four Daughters
(Yön: Kaouther Ben Hania)

“Olfa iki kızı Eya ve Tayssir ile beraber yaşıyor. En büyük iki kızını ise kurt yedi.” diye başlıyor film. Kurtların izini sürmeye başlamak, filme alışmak ise hem oyuncular hem de izleyici için zor oluyor. Kayıp kızları ve Olfa’yı canlandırmak üzere gelen oyuncular ile aile bireylerin tanışmasını izliyoruz önce. Oyuncuları görünce Olfa ağlıyor ve filmin özetini sunan şu cümleleri kuruyor: “Bu filmle ilgili en acı verici şey bu olacak. Hepsini tekrar yaşayacağız. Yaralar deşilecek.” Yaralar deşilirken biz de hakikati öğrenmek üzere iltihaplı süreçte yerimizi alıyoruz. Zelal Buldan

23. Das Lehrerzimmer / Teachers’ Lounge
(Yön: İlker Çatak)

Kendini işine adamış idealist bir öğretmen olan Carla Nowak, bir lisede matematik ve beden eğitimi öğretmeni olarak işe başlar. Film, okulda üst üste gerçekleşen hırsızlık olaylarını Carla’nın kendi başına çözmeye karar vermesini ve öğretmenler odasına gizli kamera yerleştirmesiyle gelişen olayları konu alıyor. Görmeye alışık olduğumuz “Almanya ve göçmen” hikâyesini anlatmıyor; öteki olmayı, gizli ırkçılığı ve ayrımcılığı Vestfalya’da doğan Polonyalı ve Almanya’da göçmen bir aileden gelen Carla ile anlatmayı tercih ediyor. Olcay Özer

22. Barbie
(Yön: Greta Gerwig)

Hikâye, Barbieland’de istediği her şey ve herkes olabilen, günlük hayatın bütün keşmekeşinden azade, kendi dünyası içinde kelimenin tam anlamıyla mutlu olmuş, hep gülen ve Ken’le eğlenen “klişe Barbie” için gerçek dünyanın kapısının açılmasıyla başlıyor. Ansızın gelen ölüm korkusu, selülitleri çıkan kalçası ve topuk düzleşmesiyle baş etmek için başka çaresi yok çünkü. Evet, insanlık tarihi kadar eski bir fikir. Ama nasıl başka insanlara bağlanmadan var olamıyorsak ve ancak yol, insanı kendinden daha iyi bir türe dönüştürüyorsa burada da Barbie’nin onu oynayan çocukları değiştirme gücüne dair ilgi çekici bir nüans yer alıyor. Esin Çalışkan

21. How to Have Sex
(Yön: Molly Manning Walker)

Ergenliğin darlığı kapsamında senin ve etrafındaki herkesin büyümenin yegâne şartıymış gibi gördüğü, bir mertebe yüklediği seks hakkındaki akran baskısını tüm kapsamıyla resmediyor How To Have Sex. Özellikle de hayatın bunlara ilk teşhir olunduğu zamanlarında ne kendin ne sevdiğin bir başkası için doğru seçimi yapmanın bilinmezliğini artiküle ediyor. İsteğe, rızaya, bunun eksikliğine dair henüz resmen bir tanımlama mekanizmanın olmadığı zamanlarla doğrudan bir yüzleşme. Zeynep Naz Günsal

20. Asteroid City
(Yön: Wes Anderson)

Kurgu içinde kurgu şeklinde bir anlatıya sahip film, tıpkı bir önceki Wes Anderson filmi The French Dispatch’te olduğu gibi odağına yerleştirdiği malzemenin oluş aşamasını da senaryo kurgusuna dâhil ediyor. 1955 yılında hayalî bir Amerikan kasabasındaki bilim fuarına katılan çocuklar ve onların ebeveynlerini merkez alan bir bilim kurgu hikâyesini canlandıran oyuncular, bu hikâyenin yazarı ve yönetmeninin üretim süreci; Asteroid City’nin esas anlatısına dönüşüyor. Bu anlamda Asteroid City, oyuncularına oyunun içindeki oyunda rol veren bir meta film aslında. Melikşah Altuntaş

19. Kuru Otlar Üstüne
(Yön: Nuri Bilge Ceylan)

Nuri Bilge Ceylan sinemasının gücünün nelerden köklendiğini, beyazperdede insanın doğasını ve davranış özelliklerini bir tartışma alanına çevirebilmenin önemini ve edebiyatla kurduğu yakın bağın nelere muktedir olduğunu ortaya tüm çıplaklığıyla döken bir olgunluk dönemi eseri. İnsanın sevilme arzusunun, yeni ve taze olanın saçtığı enerjiye duyduğu açlığın, sınırsız ve sonsuz bencilliğinin çeşitli durumlar üzerinden geldiği noktaları öyle dürüst ve dolaysız bir yerden tartışmaya açıyor ki izleyici koltuğunda bu kışkırtma karşısında soğukkanlılığı korumak güçleşiyor. Melikşah Altuntaş

18. Passages
(Yön: Ira Sachs)

Fonda bisiklet yolculuklarına eşlik ederek sokaklarında dolaştığımız Paris; yönetmen Tomas’ın, partneri Martin ve bir partide tanışıp çekimine kapıldığı Agathe arasında savruluşunu, sorumsuzluklarını, bencilliğini izliyoruz. Passages, arzu hakkında bir film. Tomas’a zaaflarıyla, Martin ve Agathe’a acımadan bakabilen yargısız, mesafeli hâli onu özgün kılıyor. Franz Rogowski, Ben Whishaw ve Adèle Exarchopoulos’un performansları nefis. Başrolü onlarla paylaşan biri daha var: Kostüm tasarımı. Zira Tomas’ın nasıl biri olduğunu unutsanız da göz kamaştıran kıyafetlerini unutmazsınız muhtemelen. İlayda Güler

17. Oppenheimer
(Yön: Christopher Nolan)

Nolan, bu sefer bir biyografi üzerinden zaman ve teknolojinin sınırlarında dolaşıyor. Atom bombasının mucidi ve bir başkaldırının temsili Prometheus’un ismiyle anılan Oppenheimer’ın yaşam öyküsü bu. Film, zamansal labirentinde yolunu bulmaya çalışan izleyiciyi bir insanlık suçuyla karşı karşıya bırakırken bu tarihi kavgaya bireysel bir ideolojiden yaklaşıyor. Yönetmen, mesele edindiği konuları sinemaya uyarlarken unutulup yitmesine izin vermeyen bir deneyim yaşatmayı da ihmal etmiyor. Beyza Yıldırım

16. Tótem 
(Yön: Lila Avilés) 

Berlin Film Festivali’nde Ekümenik Jüri ödülüne layık görülen Tótem, ismini güneşten alan Sol’ü kucaklayan karmaşa içindeki ailesi ve babasının sürpriz doğum günü partisi üzerinden bir anlatı kuruyor. Açılış sahnesiyle bir anne-kız ilişkisini arkadaşlık bağıyla sarmalarken bazı kodları yıkmayı hedefliyor. Sol ile gönül bağı kuran tek kişi yönetmenin kendisi değil, izleyiciyi de buna dâhil ediyor. Lila Avilés, kalabalık ve çok kadınlı ailesinden de izler taşıyan ızlarına adamış. Beyza Yıldırım

15. La passion de Dodin Bouffant / The Taste of Things
(Yön: Trần Anh Hùng)

Sinemada duyusallığı sevenleri, yemek yapma eylemi esnasında deneyimlenen tatlar, kokular, dokular, sesler, renklerin cümbüşünde seyre davet eden; kamera kullanımı ve ses tasarımındaki yetkinlikle içine içine çeken bir 17. yüzyıl mutfak draması. Bu sene Cannes’dan En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönen film, bir gurmeyle birlikte çalıştığı aşçının gündelik yaşamına mercek tutarak, ortak emekleri üzerinden filizlenmiş aşklarını konu ediniyor; başrollerde Juliette Binoche ve Benoît Magimel’in leziz performanslarıyla… Eylül Ege

14. The Holdovers
(Yön: Alexander Payne)

“Noel filmi” janrının bilindik seçimleriyle yılın bu zamanı etrafında şekillenen içi boş olumlamaları değil; bunların ulaşamayacağı yerlerde edinilen bir bağlar üçgenini aktarıyor. Tam da bu yüzden süper bir Noel filmi. Hayatı sürdürebilmek için bir yerlere gömmesi pratik derin sıkıntılarla yüz yüze getiren ama bunların böyle şartlar nezdindeki kolektif coşku ve mutluluk ortamı gereği yine rafa kaldırılmasını gerektiren sinir bir konsept burada Noel. Aslında can sıkıntısı ve hüzünle kol kola tasvir edilmeyen bu olgu, özellikle öykünün çekirdek ailesi söz konusu olduğunda hepten ön planda. Zeynep Naz Günsal

13. May December 
(Yön: Todd Haynes)

90’ların başından bir seks skandalının etkilerine, üzerinden geçen 20 küsür yılın ardından bakıyor May December. O dönem 36 yaşında, evli ve çocukları olan Gracie, henüz 13 yaşındaki Joe ile birlikte olduğu ortaya çıkınca mahkum ediliyor. Hapiste Joe’nun bebeğini doğuruyor, cezasını tamamladıktan sonra onunla evlenip ailesini genişletiyor. Geride kalan fırtınalı yılların aksine artık; günahlardan arınmış, sakin, normal gibi görünen bir yaşam süren çiftin ilişkisindeki dengeler, öykülerinin konu olacağı filmde Gracie’yi canlandıracak oyuncu Elizabeth’in ziyaretiyle birlikte değişmeye başlıyor. Ruhun karanlık yönlerine ilgi duyanlar, rahatsız edici şeylere karşı toleransı yüksek olanlar, psiko-dramalarla iyi anlaşanlar sever. İlayda Güler

12. Los delincuentes / The Delinquents
(Yön: Rodrigo Moreno)

Emekliliğine kadar her gün her saat çalışsa bile bir ömürlük emeğinin karşılığını asla alamayacağını fark eden banka saymanı Moran’ı izliyoruz. Her gün yüklü miktarda parayı sayması gereken Moran, bir gün tüm o paraları alıp kaçmayı planlıyor. 20 küsür yıl her gün bu bankaya gelip gittikten sonra saçma bir meblağ ile emekli olmak mı yoksa hırsızlık yaptıktan sonra teslim olup hapisten çıkınca çalıp sakladığı parayla başka bir hayat yaşamak mı? Film bu soruyu ortaya attıktan sonra Moran’ın bankadaki iş arkadaşı ve kendisi hapisteyken parayı saklamasını teklif ettiği Roman’la tanışıyoruz. Her şey planladıkları gibi gitse de film esas ilgilendiği meseleye, hiç hesaba katmadıkları o “küçük detaya” doğru emin adımlarla geliyor: Bizi dönüştüren zaman. Eray Yıldız

11. The Boy and the Heron
(Yön: Hayao Miyazaki)

Miyazaki’nin nadir erkek kahramanlarından Mahito’nun; kaybettiği annesinin ardından tuttuğu yasın, yabancılaşmasının, kendine kurduğu yeni hayatın, giriştiği mücadelelerin ve çocukluktan yetişkinlerin dünyasına geçişinin keder dolu ama masalsı anlatımı. Film bir yandan harcayacak bir dakikası bile kalmayanları odağına alırken; diğer yandan pek çok merakına yenik düşmüş Miyazaki kahramanı gibi genç bir çocuğun, ölümün hüküm sürmediği diyarlara kaymasını konu alıyor. Burcu Teker

10. Beau is Afraid 
(Yön: Ari Aster)

Film, yönetmenin 2011’de çektiği kısa metrajı Beau’nun uzun metrajlı hâli. 2011’de Billy Mayo’nun canlandırdığı Beau’nun evden çıkamayış hikâyesi, Beau is Afraid ile izleyeni daha geniş bir içsel yolculuğa davet ediyor. Karakterimiz, hiç tanışmadığı babasının ölüm yıl dönümü için aile evine, annesine doğru bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyor. Biz de Beau’nun korkularıyla, travmalarıyla dolu paranoyak iç dünyasına girerek bu geçiştirmenin sebepleriyle yüzleşiyoruz. Aile kavramı üzerine çokça lafı olan film, korku – komedi türünde olsa da büyük bir dram sunuyor. Komedisinin verdiği rahatsızlıkla korkusunun verdiği gerginlik birleşiyor. Zelal Buldan

9. Perfect Days
(Yön: Wim Wenders)

Uzunca denebilecek bir süredir sinema perdesinin karşısında bazen izleyici, bazen hikâye dedektörü ya da bazen sadece yalnızlığı paylaşmanın bir yolunu arayan umutlu kalabalıklar olarak böylesine çaresizce ömür çürüttüğümüz düşünülürse, onun gücünü keşfederken içindeki dünyalarda kaybolma ihtimalimiz hep var(dı). Ama bunu Wenders’in kendi rüya âleminin kapısını araladığı o yerden mucizevi bir doğallıkla içeriye bakıyoruz gibi hissettirip, aynı anda alabildiğine ruhani ve alabildiğine hayata dair olmayı başardığı, bu yılın kimileri için en iyi filmlerinden biri olan Perfect Days kadar iyi yapan bir örnekle yakın tarihte karşılaştığımızı sanmıyorum. Esin Çalışkan

8. All of Us Strangers
(Yön: Andrew Haigh)

Filmi izlerken bol bol ağlamayı göze almanız gerekiyor. Yanınıza bir paket peçete alabilirsiniz. Toplum içinde ağlamayı sevmiyorsanız, tek başınıza izleyebilirsiniz. Ertesi gün okulunuz, işiniz, gücünüz varsa sabah yataktan çıkmaktan zorlanabilirsiniz. Yataktan çıktıktan sonra bir süre boş sokaklarda gezinmek isteyebilirsiniz. Yok ben kolay kolay yıkılmam derseniz, istediğiniz yerde ve zamanda izleyebilirsiniz. All of Us Strangers, kayıp parçalarımızı anlatıyor: Erken veda ettiklerimizi, geç kaldıklarımızı, hiç ulaşamadıklarımız… Sokak sokak arayıp bulamadıklarımızı… Kapıyı açmadığımıza pişman olduklarımızı… Konuşmaya cesaret edemediklerimizi… İçimizdeki eksik parçaya temas ediyor, sızlatıyor. Zelal Buldan

7. Kuoleet lehdet / Fallen Leaves
(Yön: Aki Kaurismäki)

Küçücük anlardan kocaman hisler çıkaran, deadpan türünün tek olmasa da en başarılı isimlerinden Aki Kaurismäki’nin yine kalpleri sinema salonunda bıraktıran son filminde, biri depresif biri alkolik iki “öteki”nin bir arada olma / kalma çabasını izliyoruz. Helsinki’nin sıkıcı gecelerinden birinde tesadüfen karşılaşan ve hayatlarının nihai aşkını bulduklarına inanan iki yalnız insanın hikâyesi başrolde. Genellikle olay ve durumların gülünçlüğü veya saçmalığıyla tezat oluşturacak şekilde gösterişsiz, duygusuz ve kaskatı karakterleri konu edinen deadpan alt türüne yakınlık duyanların kaçırmaması elzem. Eray Yıldız

6. The Zone of Interest
(Yön: Jonathan Glazer)

The Zone of Interest, seyircisini uzun süre karanlıkta bıraktığı bir açılış sekansıyla başlıyor; kısacık bir rüya ya da minik bir kestirme gibi. Perdenin her daim kendisine içkin kabul edilen karanlığının en koyusu ekranı delip geçerken, sadece üç beş dakikalığına bile olsa ona dayanmak hiç kolay değil. İzleyicisini kışkırtan, sadeliğiyle büyülediği her ânında suçlu hissettiren Glazer, sinemanın akla gelen her parçasını, kendi gücünü ortaya çıkarmak için benzersiz bir şekilde kullanıyor. İnsan olmanın bir türlü kabul edemediği tarafları, bu fikrin arkasına sığdırdığı yalanlar ve sadece insan olduğu için başa çıkmanın bir yolunu bulduğu zamanlar üzerine düşünürken kafayı kıran herkes sever. Esin Çalışkan

5. Roter Himmel / Afire
(Yön: Christian Petzold)

Petzold ile nefis bir kavuşma. Bu kez bir önceki filmi Undine’deki masalsı tondan bir miktar uzaklaşarak, yalın gerçekçiliğe dönmüş; kamerasını şehirden doğaya çeviriyor. Roter Himmel, yönetmenin bugüne dek komediden en fazla beslendiği işi; bunu izlemek çok zevkli. Vesilesiyle insanın karmaşık duygu dünyasını anlamakta ve anlatmakta ustalaştığını kanıtlayan çok özel bir karakteri, Leon’u hediye ediyor sinemaya. Bu çıkmaza girmiş, mızmız yazarla ne istediğini bilen, hem yumuşaklığıyla saran hem de açıksözlülüğüyle sarsan Nadja’yı birbirine âşık ederek, ilişkilerdeki kırılgan temaslara dair geniş bir empati zemini yaratıyor. Yazmanın sancısı, edebiyatın gücünü hep orada tutarken, ekolojik kriz karşısındaki kayıtsızlığı eleştiriyor bir yandan da. İlayda Güler

4. Killers of the Flower Moon
(Yön: Martin Scorsese)

Yönetmenin “mob noir” stilinden western janrı bağlamında prosedürel bir drama yaratarak Osage ulusunun bu dönemde yaşadıklarını ve onlara karşı işlenmiş büyük ihanet ve suçların aktörlerini irdelediği filmin kadrosunda Leonardo DiCaprio, Robert De Niro, rahatlıkla filmin yıldızı olduğu söylenebilecek Lily Gladstone var. Prodüksiyon kalitesinden, bunun akıl almaz cazibesinden bahsetmeye pek gerek yok; zira kimseyi şaşırtmayacak biçimde o ihtişamlı bir yapım. Filmi bizatihi deneyimlemek, bu denli köklü bir mirasa sahip bir sinemacının yaratıcı hırsının yaşı geçtikçe daha da koyulaştığını, algısının yenilendiğini, farklı şeyler deneyip gelişme çabasının hâlâ mevcut olduğunu görmek hakikaten heyecan uyandırıyor. Zeynep Naz Günsal

3. Poor Things
(Yön: Yorgos Lanthimos)

Alasdair Gray’in 1992’de yayımlanan başyapıtı Poor Things’in sinema uyarlaması. Tony McNamara ve Yorgos Lanthimos’un bu benzersiz romanın beyazperde uyarlaması için yeniden senarist ve yönetmen görevlerini üstlenmeleri ise muhtemelen romanın başına gelmiş en iyi şey. Bilimsel deneyler yapan bir doktorun henüz intihar etmiş bir kadın bedenini hayata döndürerek yarattığı Bella Baxter’ı; dünyayı, kendi cinselliğini, parayı ve patriyarkın zalim düzenini keşfe çıktığı bir maceraya uğurluyor film. Lanthimos-vari çok sayıda sinir bozucu sahneye kikirdeyip, yarattığı bu karanlık masalı ağzımız açık izliyoruz. Emma Stone’un Bella Baxter ile kariyerinin en iyi performansını verdiğini söylemek güç değil. İlk sahneden finale kadar bu zorlu ve bir oyuncuyu çok rahatlıkla küçük düşürebilecek tuzaklarla dolu rolü o kadar güçlü bir şekilde tutup asla bırakmıyor ki bir noktadan sonra Bella’yı sahiplenmekten kendimizi alamıyoruz. Melikşah Altuntaş

2. Past Lives
(Yön: Celine Song)

Eşsiz bir ilk yönetmenlik örneği. Kıtalara ve 10 yıllara yayılan buruk bir ilk aşkın izi; arkada bırakmak gerektiği bilinen ve hatta bunu başardığı anlarda dahi insanın karşısına çıkıveren cinsten. Past Lives, gerçekleşmemiş ihtimallerin ya da keşkelerin filmi değil sadece;  bir olasılıklar kümesi. Onu böyle büyülü yapan şey, yeterince inanıldığında her şeyi kendi sihrine bulayan bir çocukluk masalına dönmesi. Past Lives, bir noktada Uzak Doğu’ya özgü eski bir inanışla, yani inyun inancıyla birleşiyor. Bu inanca göre iki insanın birbirini bulması, binlerce yıl evvelden getirdikleri rastlantıların nihai bir sonucu. Hiç şüphesiz filmin sessiz sedasız yılın en iyi işlerinden biri olması da basit bir rastlantı değil. Esin Çalışkan

1. Anatomy of a Fall
(Yön: Justine Triet)

Bir ölümün ardından yapılan soruşturmayı aktarmasına rağmen film boyunca “Katil kim?” sorusu epey geride kalıyor. Anatomy of a Fall, mahkeme süreci ile uzun bir ilişki otopsisi yapıyor; ağır ağır ve neşteri derinlere saplayarak. Bu his, Fransa Alpleri’nin kar örtüsü ile birleşince; bir yandan ürpertiyor, bir yandan da kişiyi kendi başarılarına, başarısızlıklarına, ilişkilenmelerine döndürüyor. Sandra Hüller’in canlandırdığı Sandra ilk sahneden son sahneye kadar çok donuk ve aynı çizgide bir sakinlikle tüm süreci yaşıyor. İzleyici, Sandra’yı bu tek düzelikte ne suçlayabiliyor ne aklayabiliyor. Dolayısıyla filmin kurgusu ve akışı için karakterin kendini kaybetmeyen hâli ama kendinden eminliği çok etkili. Film bir polisiye değil; heyecan, tempo, hız arayanlar için hayal kırıklığı olabilir. Bir cinayetin önü ve ardında yarattığı psikolojik ve duygusal gerilimleri izlemek için ise çok iyi bir seçenek. Olcay Özer


Değerlendirme: Asena Büyük, Aybüke Sanuç, Aylin Güngör, Aysu Üzer, Banu Üsküdarlı, Barbaros Altuğ, Berk Çakmakçı, Beyza Yıldırım, Biçem Kaya, Burcu Teker, Cem Kayıran, Cemre Öztürk, Deniz Bankal, Deniz Dursun, Deniz Kuzuoğlu, Elif Öz, Elif Yılmaz, Ekin Sanaç, Esin Çalışkan, Eylül Ege, Ezgi Oğraş, Hatice Melike Gürer, Hikmet Demirkol, Güven Yalın, İlayda Güler, J. Hakan Dedeoğlu, Kiraz Mısırlıoğlu, Mehmet Ekinci, Melikşah Altuntaş, Melis Tire, Meltem Demiraran, Merdan Çaba Geçer, Murat Can Kabagöz, Müge Turan, Olcay Özer, Sadi Güran, Sesim Gökmen, Seray Soylu, Sezen Sayınalp, Şevval Öztemur, Tuana Özcan, Tuğçe Özdenoğlu, Tuvana Adalı, Utkan Çınar, Yağmur Ruken Kahraman, Yiğit Atılgan, Zelal Buldan, Zeynep Naz Günsal, Zeynep Saçar.